29 Eylül 2007 Cumartesi

ALTIN PORTAKAL'A BİR ELEŞTİRİ DAHA

Yeni filmi 'Ara'nın, adı açıklanmayan ön jüri tarafından yarışmaya seçilmemesi üzerine Altın Portakal Film Festivali'ni eleştirerek bir daha festivale katılmayacağını açıklayan Ümit Ünal'a yönetmen Ali Özgentürk'ten destek geldi. Radikal'i telefonla arayan 'Hazal', 'At', 'Bekçi Murtaza', 'Balalayka' gibi önemli filmlerin yönetmeni Ali Özgentürk, "Öncelikle şunu belirteyim. Benim bu yıl filmim yok, festivale katılmıyorum ama Ümit Ünal'ın açıklamalarını Radikal'de okudum. Onu destekliyorum ve Antalya Festivali'ne filmleri seçilmiş bütün yönetmenleri, bütün sinema derneklerini Ümit Ünal'ı desteklemeye davet ediyorum" dedi.

Bütün filmler gösterilmeli' 11 milyonluk Yunanistan'da bile yılda yaklaşık 60 filmin çekildiğini hatırlatan Özgentürk, "Biz 30 filmi fazla zannediyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde, bir ülkede 30 film çekiliyorsa bunlar ulusal bir festivalde önseçime tabi tutulamaz. Filmleri eleyerek yeni sinemacıların gelişimini köstekliyorlar. İlk filmlerin yer aldığı bir yarışma kategorisi yaparsın ve 30 film de gösterilir, tartışılır, güzel bir ortam oluşur. Festival budur. Ama bizimkisi şov. Kendini Cannes'a benzeten bu festival sömürge olan bir ülkenin festivalini andırmakta. Çünkü onlara göre Coppola'nın gelişi Türk sinemasından daha önemli. Elbette Coppola'nın getirilmesi başarı. Ama aynı zamanda Türk sinemasını izlemesi, sinemacılarla diyalog kurması açısından önemli. Yoksa 'Döner kebab çok güzel, deniz çok güzel. Hiç Türk filmi izlemedim ama Türk filmleri çok güzel!' demesi için değil" diye konuştu. Altın Portakal'ın son birkaç yıldır Türk sinemasını bir figüran gibi kullandığını söyleyen Özgentürk şöyle devam ediyor: "Büyük bir para ödülü vermek yeterli değildir. Bizim filmlerimizin doğru zemin bulması, etkili bir ortam yaratılması daha önemlidir. Ayrıca ön jürinin gizli tutulması da demokratik bir tutum değil. Cannes diyorlar. Nereden Cannes oluyorsun, haddini bil, ulusal bir festivalsin sen. Altın Portakal'ın bu yapısı değişmedikçe ben de filmlerimle festivalde yer almayacağım."

Kaynak:Radikal

MEŞHUR FESTİVALİN MEÇHUL JÜRİSİ





44.Antalya Film Festivaline bu yıl 12 film katılıyor ama başvuranlar daha fazla, 20 kadar film yapılan ön elemeyi geçemedi.


Hangi filmlerin katıldığı, bu filmlerin nasıl bir değerlendirme sistemiyle elendiği meçhul; bir ön jüri tarafından mı elendi yoksa başka bir yöntemle mi bu konu gizemini koruyor.
Eğer bir ön jüri varsa bunlar kimlerden oluşuyor bu da belli değil, bir jüri tutanağı var mı yoksa biri “helvacının kızında” yöntemiyle mi seçmiş belli değil.


Bildiğimiz, SenaryoYazarları Derneği (Sender) tarafından organize edilen Hayal Kurmak Serbest projesi kapsamında gerçekleşen ve senaryosu Bayrampaşa Cezaevi’ndeki mahkumlar tarafından yazılan,çekimi de cezaevinde gene mahkumlar tarafından gerçekleşen MİNT PRODÜKSİYON yapımcılığındaki “Ben Fazla Kalmayacağım” adlı bu çok özel filmin elenmesi. Filmi henüz gerçekleştirenler bile izlememişten meçhul bir gözün izleyip eleme kararı vermesi merak konusu.

Elendiğinden haberdar olduğumuz bir başka film de ödüllü yönetmenlerimizden Ümit Ünal’ın “Ara” adlı filmi ,onun da eleme gerekçesi meçhul.
Festivalin düzenleyicilerinden olan TURSAK henüz bu konuda bir açıklama yapmış değil.
Ancak filmi elenen Ümit Ünal bu konuda bir açıklama yaptı, düzenleyicilerden bu durumun yanıtını istedi. Ümit Ünal ayrıca konuyla ilgili meslek kuruluşları olan SİNEBİR ve SENDER'i de bu konuyla ilgili gerekli tavrı koymaya çağırdı.

Antalya Altın portakal Film Festivali icin yapılan elemeler sonrası, festival başkanı Engin Yiğitgil'e aşağıdaki emaili yolladım. Burada yapılan seçmenin gizliliğiyle şaibeli, haksiz ve taraflı olduğunu düşünüyorum. Ön jürinin kim olduğunu bilmiyoruz. Kaç kisi olduğunu bilmiyoruz. Filmlerimizi nasıl izlediklerin, nasıl oyladıklarını bilmiyoruz. Ben açıkçası bu sözde "ön juri"nin tamamen formalite icabi olduğunu düşünerek, "elenme ihtimali"ni aklıma bile getirmeyerek yarışmaya başvurdum. Eğer isimleri, kriterleri, kaç kişi oldukları, oylama sakilleri belli olmayan bir "jüri”ye filmimi teslim ettiğimi bilseydim bu yarışmaya katılmazdım. Seçilen 12 filmlik liste, listede olanlar kusura bakmasın, benim acımdan adil bir liste değil. Tursak bir an once on secimi kimlerin, hangi koşullarda yaptığını açıklamak zorunda. Yoksa bence, 44. Altın Portakal yarışmasının üzerinde kapkara bir şüphe bulutu var. Bu festivale ve ileriki yıllara dair yargımı, Engin Yiğitğil'e yolladığım maili paylaşmak istiyorum:
Engin Bey,
Bugün filmim Ara'nin Antalya festivaline kabul edilmediğini öğrendim. Festivalin bu derece gelişme göstermesinden duyduğum sevinci belirteyim. Tevazuyu bir an için bir kenara bırakırsam bu ülkenin en özgün sinema yaratıcılarından biri ve katıldığı her festivalden mutlaka ödüllerle dönmüş biri olarak benim filmimi reddediyor olmanız festivalinizin çitasının hayli yükseldiğini gösteriyor. Kim olduklarını kimsenin bilmediği (isimleri de oyları gibi gizli anlaşılan) ön secici kurulunuzu da bu vesileyle tebrik etmek isterim. Umarım festivaliniz gelişimine ayni doğrultuda devam eder ve daha da buyur, güzelleşir.Ancak ben festivalinizin gelecek başarılarını paylaşamayacağım. Bugune kadar yönettiğim filmler başka festivallerde ödül aldığı icin Antalya'da yarışmaya hic katılamamıştım, bundan sonraki Antalya festivallerine de, kendi irademle katılmayacağım. Ümit Ünal’ın yazdığı/yönettiği herhangi bir film bugünkü yapısı sürdüğü surece Antalya Festivali çatısı altında asla olmayacak. Başarılarınızın devamını dilerim.
Ümit ÜNAL





Engin YİĞİTGİL

22 Eylül 2007 Cumartesi

İNTİHAL SORUNUMUZ

Atay SÖZER

Reha Muhtar ATV’de yeni başlayan “Elveda Rumeli” dizisi üzerine bir yazı yazdı. Bu dizinin “Damdaki Kemancı” filmiyle (ve oyunuyla) örtüştüğünü söylüyor. Önce o yazıya bir bakalım sonra da durumu yorumlayalım…

REHA MUHTAR / VATAN
Damdaki skandal

Önceki akşam saat sekiz sularında Ayten Gökçer arıyor telefonla...
-“Evde misiniz Reha Bey?.. Lütfen ATV’yi açar mısınız?.. Elveda Rumeli diye bir dizi oynuyor... Bu kadar rezalet olmaz... Bu dizinin teksti bile bizim Damdaki Kemancı’nın aynısı...” diye feryat figan tepki gösteriyor...
9-10 yaşlarındaydım Damdaki Kemancı’yı ilk seyrettiğimde... Dünya klasiklerine giren “If I were a ritch man” (Ah bir zengin olsam) parçasını yaratan, o ünlü müzikali, Broadway’de sahnelendikten sonra, Cüneyt Gökçer Türkiye’ye getirmişti ve oyunda 5 kız sahibi Sütçü Tevye’yi de kendisi oynuyordu...
“If I were a rich man... Daba diba diba, daba diba diba diba da...”
Çarlık Rusyası’nda bir Yahudi köyünde yaşayan fakir Yahudi Sütçü Tevye’nin dramıydı ve 1900’lerin başında Ukrayna’da Anatevka isimli bir Yahudi köyünde geçiyordu...
Çarlık Rusyası, orada bir Yahudi köyü, fakir sütçü Tevye ve isteklerini yerine getirmeyen kızları...
Damdaki Kemancı, “Yoksul bir sütçünün Çarlık Rusyası’nın zulüm iiktidarına dayanmasını sağlayan sevgi, gurur ve inancının hayat dolu hikayesiydi...” En iyi film ve en iyi yönetmen dahil olmak üzere 8 dalda Oscar’a aday gösterildi ve dünya klasikleri arasına girdi...
***
Önceki gece ATV’de yayınlanan Elveda Rumeli dizisine bakıyorum...Dünya klasiklerine giren Yahudi Sütçü Tevye, el çabukluğuyla Sütçü Ramiz oluvermiş...
Ayten Gökçer, “Sütçü Tevye’den, kızıyla evlenmek isteyen terziye, çöpçatandan, kasapa ve anarşist oğlana kadar herkes aynı yeni dizide...” diyor...
“Üstelik konuşmalar, diyaloglar, tekst de aynı... Onu bile değiştirme gereği görmemişler...”

YAPIMCISI NE SÖYLÜYOR?..
Sorun bu yönüyle bir sanat eserinin araklanıp araklanmaması konusudur belki...Ama bir başka yönü var ki, o bugünlerde Türkiye’de iktidar avantalarından yararlanmak için hızla çoğalan, “Televizyonlarda türban takarak program yapmaktan, gece saat 21’de canlı yayınlarda oruç açmaya varan, bir zırvalıklar, sakillikler ve yalakalıklar ve fırsatçılıklar dönemine denk düşen ilginç rastlantıdır.”
Dünya klasiklerine giren ve bütün dünya gençlerinin Yahudi Sütçü Tevye diye öğreneceği olayı bundan böyle Türkiye’deki gençlik Sütçü Ramiz olarak öğrenecek...
Olay Çarlık Rusyası’nda bir Yahudi köyünde geçmeyecek, Makedonya’da Manastır yakınlarında bir Osmanlı köyünde gerçekleşecek...
Belli ki Yahudi Tevye, Sütçü Ramiz olacak...
Elveda Rumeli dizisinin konusu resmi sitesinde şöyle yazıyor:
“Elveda Rumeli’de 500 yıllık hakimiyetten sonra Rumeli’ye elveda diyen bir halkın hikayesini kimi zaman kahkahalarla kimi zaman gözyaşlarıyla izleyeceksiniz...”
Ne yazık...
Osmanlı’nın aldığı topraklardan çekilirken yaşanan dramlar bile dünya çapındaki bir klasik oyunun Yahudi köyündeki dramından alınıyor...
Yarın Elveda Rumeli dizisini izleyen genç bir Türk çocuğu, Avrupa’daki bir yaşıtıyla konuşurken acaba Damdaki Kemancı hakkında ne diyecek?..
-Damdaki Kemancı mı? O ne?.. Bizde Damdaki Kemancı ve Sütçü Tevye yok... Bizdeki Sütçü Ramiz... O olay Çarlık Rusyası’nda geçmiyor... Makedonya’da Manastır köyünde geçiyor... Nereden çıktı şimdi bu Yahudilik ve Tevye... Nasıl takarsınız bu adı bizim Sütçü Remzi Efendi’ye?..
***
Elveda Rumeli’nin dünkü ratinglerine bakıyorum... Totalde 15 share, sosyo-ekonomik düzeyi yüksek AB grubunda ise yüzde 19’larda...Yani üst gelir grubunda, açık olan her yüz televizyonun 19’unda bu dizi izlenmiş...
Yapımcısı Tarkan Karlıdağ’la konuşturuyorum Gülşen Yüksel’i...
“Ana temada benzerlikler var... Ama genel anlamda benzerlik taşımıyor” diyor yapımcı...
ATV şu anda TMSF tarafından atanmış bir yönetimin elinde...
Elbette TMSF’dekiler bunun böyle olmasını istemediler...
Ama hayat böyle bir şey...Herkes Türkiye’nin yeni durumundan kendine vazife çıkartıyor...
Birileri canlı yayında türban takmaya başlıyor...Öteki türbanlı resim veriyor...
Diğeri gecenin 9’unda “Orucumu daha açmadım... Oruç açacağım” diye tutturuyor..
En sonunda Damdaki Kemancı’daki Sütçü Tevye, oluyor Sütçü Ramiz...
Çarlık Rusyası oluyor Makedonya...
Artık Türkiye bu yeni sunumu izleyecek televizyonlardan...
***
En çok neyi merak ediyorum biliyor musunuz?..Hani Cumhuriyet rejiminin renklerinden memnun olmayan, onları haki renkten ibaret sayan, Cumhuriyet’in çoğulculuğuna dayatmacılık diyen, Mustafa Kemal’in valsine batının üretim değil, tüketim kopyacılığı muamelesi çeken, çok renkli ve çok demokrat İkinci Cumhuriyetçi arkadaşlar var ya...
Acaba onlar “Damdaki Sütçü Ramiz’e ne diyecekler?..” Hani “Çağdaş dünyayla nihayet bütünleşiyoruz ya...” Damdaki Sütçü Ramiz için de iki satır attırsalar diyorum...
Ramazan vakti bu fakiri sevindirme niyetine!!!

Bu gibi durumlar pek çok dizinin başına geliyor ne yazık ki; kimi haklı kimi haksız bu sözlerin. Bazen senarist arkadaşlarımız haksız yere hırsız konumuna düşerken bazen de sanıldığı kadar masum olamayabiliyorlar ve başka bir meslektaşlarını mağdur ediyorlar, bazen de olay kendilerinin dışında gelişiyor… Bu gelişimleri birkaç başlık altında toplayabiliriz.

1-Senarist bir öykü bulmuştur, hele hele mesleğe yeni başlayan bir arkadaş ise bulduğu öykü ona göre dünyanın en güzel öyküsüdür. Senaryosu kanal kanal gezerken bir de bakar ki benzer bir konu başka bir yerde oynamakta. Zaten “eserim çalınır mı?” paranoyası içinde olan arkadaşımız ayağa kalkar, feveran eder. Oysa örtüşen sadece bir iki tema vardır, örneğin her iki senaryoda da bir taksi şoförünün aşkı işlenmektedir. Bu kolay akla gelecek bir türüktür, yüzlerce dizinin çekildiği bir ortamda iki kişinin aynı temayı bulması olasılık dahilidir. Gene bu günlerde başlayan “Pusat” dizisiyle ilgili bir intihal iddiası gündeme geldi. “Sahipsiz Gezegen” isimli romanla “birebir örtüştüğü” söylenmekte, bunu destekleyen iki dayanak ileri sürülüyor; her iki eser de Sivas Suşehri’nde başlıyor ve her ikisinin karakteri de boksör… İnternette şöyle kısa bir tur atınca Suşehri’nin özellikle kickboksun yoğun olarak yapıldığı yerlerden biri olduğunu görürsünüz. Yani bir boksörün hayatı yapılacaksa her iki taraf da doğru yerden başlamış. İntihal iddiası belki doğru belki yanlış, dramatik yapının ilerlerde örtüşüp örtüşmediğine bakılmalı. Yani iki yerde de Sivaslı bir boksör olması iddia için yeterli değil.

2-Bazen iddialar doğrudur; senaryo yazarı başka bir eserden bilerek yürütmüştür…

3-Bazen senaristin yıllar önce okuduğu öykü, izlediği film veya bir meslektaşından dinlediği öykü bilinçaltına yer eder, yıllar sonra bu sanki kendi fikriymiş gibi ortaya çıkar. Burada art niyet yoktur ama senarist için zor bir durumdur…

4-Bazen izlenen öykü, filmden esinlenme, çağrışım yollarıyla yeni bir eser ortaya çıkar. Bu esinlenmede aşırıya kaçılırsa senarist intihalle suçlanır. Burada akılcı olmakta fayda var, eğer ki başlangıçta belirgin bir benzerlik yapıp da adınız intihalciye çıkmışsa yandınız demektir. İşin devamında tamamen özgün işiniz bile devam etse bu suçlama sürer, daha da acısı sizin özgün işiniz bu kez yola çıktığınız eserin sahibine mâl edilir.

5-Uyarlama işler de vardır, örneğin Ahmet Vefik Paşa’nın Molier uyarlamaları meşhurdur. Tabii asırlar önce ölmüş Molier için böyle bir sorun yok ama söz konusu yakın zaman yazarları olunca burada dikkat etmek gerekiyor. Eser sahibinin adını anıp uyarlamanızı yaparsanız mesele kalmıyor. Nitekim geçtiğimiz yıllarda yapılan bir iki sitkomda bu denendi. Sonra gene unutuldu…

Burada bıçak sırtı kadar hassas bir nokta var… Genellikle TV dizilerinde projeler senaryo yazarları ve yapımcıların kafa kafaya vermesiyle hazırlanıyor.
Yapımcı doğası gereği ticari olarak yaklaşır, kendini güvenceye almak ister; hele hele bizim yapımcılarımız riske girmeyi asla istemez. İşportacı, bakkal, market sahibi, süpermarket, hipermarketler zinciri sahibi yaptıkları iş gereği esnaf sınıfına girerler. İşportacılıktan başlayıp marketler zinciri kuran kişilerin öykülerini duymuşuzdur…
Bizim yapımcılarımız işportacılığı geçtiler, bakkallığı geçip market kuranlar da var ama bir türlü zincir oluşturmak istemiyorlar, azıcık aşım kaygusuz başım diyerek günü kurtarmak onlara yetiyor.
Risk olmayınca, farklı yeni bir projenin nereye varacağını bilemediklerinden; daha önce denenmiş sonucu alınmış işleri tercih ediyorlar. Senaryo yazarlarından bu tür işler istiyorlar.
Bazen eski bir film oluyor bu, o kaynak film de zamanında başka bir kaynaktan alınmışsa idare ediliyor bir yere kadar, neticede anonim bir konu, diyip geçiyoruz…
Bazen çok belirgin bir eser olunca iş değişiyor. Senarist uyarladığı eserin kaynağını belirtirse yapımcısının canını sıkıyor çünkü muhterem, telif ödemek zorunda kalacak; kaynak belirtmeze kendine ait olmayan bir konuya imza atarak intihalci damgası yiyecek. Yani iki ucu kirli değnek misali bir durum. Genellikle benim fedakar, cefakar senaristim yapımcısını kurtarmak için kendini feda ediyor. Ama bu arada mesleğimiz de yara alıyor tabii…
Hatta bu durumu görmezden gelip , utanmadan “Türkiye’de senaryo yazarı yok” diyenler de (özellikle yapımcılar içinde) çıkabiliyor.

Gelelim “Damdaki Kemancı” örneğine; bu aslında Solem Aleyhem’in romanı, oyunu oynadı, filmi çekildi. Klasik bir roman defalarca filme çekilir ve sahnelenebilir. Solem Aleyhem’in ölüm tarihi 1916, yani teliften de düşmüş durumda, yapımcı elini cebine atmak zorunda da değil. Göğüslerini gere gere “Bu dizi Solem Aleyhem’in eserinden uyarlanmıştır” diyebilirlerdi, gördüğüm kadarıyla da çok başarılı bir uyarlamaydı.
Atay SÖZER

Elveda Rumeli Dizis

Senaryo Yazarı Söyleşileri : Birol Güven

ZENGİNLE FAKİRİN KESİŞTİĞİ TEK ALAN TV





Söyleşi : Dürsaliye Şahan

Şu ‘made in Turkey’den başlayalım. Alaylı bir meydan okuma gibi algılıyorum yanılıyor muyum?
Evet. Ünlü bir oyuncu ‘Türkiye de sitcom yazarı yok’ demişti. Çok alınmıştım. Oysa o dönemde ben ‘Ayrılsak da Beraberiz’ dizisini yazıyordum. ‘Çocuklar Duymasın’ çok sevilince biraz reaksiyonal bir şekilde o damgayı vurdum. Türk yazarlarını hafife alanlara karşı duygusal bir tepki diyebiliriz. Sadece bir şeylerin altını çizmek için ama bugün böyle bir şey yapar mıyım bilmem. O zamanlar her şeyi çok ciddiye alıyordum herhalde. Bu coğrafyada yaşayan insanların dünyanın diğer insanlarından farklı olmadığını anlatmaya çalışıyordum bugün böyle bir şeyi anlatmayı gereksiz bulurum. Buna kimsenin şüphesi yok zaten.

‘Gani Müjde beni bir şey sandı’ diyerek başladığınız yapımcı olma hikayeniz gerçekten bu kadar basit mi? O zaman niye bu kadar genç üniversitelerde sinema televizyon okuyor?
Büyük tesadüfler insanın yaşamını belirliyor. Belki de bu tesadüfler bizim kariyer senaryomuzu yazıyor. Eğitim de sonuçta bizleri bu büyük tesadüflere yaklaştırmaya yarıyor bence. Gençler hep eğitimlerini tamamlayacaklar hem de büyük tesadüfler için fırsatlar hazırlamanın yollarını arayacaklar. Sonuçta kimse onları okul kapılarında beklemeyecek. Yıllar sonra bu soru onlara sorulduğunda onlarında her biri farklı şeyler anlatacaklar.

Söylendiği kadar kendinizi zeki buluyor musunuz?
Hayır, sadece olduğumdan daha zeki görünüyorum.

Size yakından bakınca asla töre dizisi yapmayacakmışsınız gibi bir hisse de kapılıyorum. Yanılıyor muyum dersiniz?
Hayır, yapamam. O kanaldan gelmiyorum. İyi bildiğim bir dünya değil. Ama bir yazar yeteri kadar araştırma yaparsa, yani yeteri kadar okursa her konuda senaryo yazabilir. Bu açıdan bakınca ben de töre dizisi yazabilirim ama tercih etmem.

Lider bir yanınız olduğundan kuşkum yok. Ekibiniz patron olarak sizden memnun mu? Daha doğrusu çalıştığınız insanların düşüncelerini merak ediyor musunuz?
Memnun olduklarını sanıyorum. Çünkü bilerek isteyerek kimsenin hakkını yemem ama egosu yüksek insanlar benimle yan yana gelince biraz rahatsız olur. Benim olduğum yerde başarı da başarısızlıkta bana mal ediliyor bu da zaman zaman ekibimi rahatsız ediyor ve ben de onlara hak veriyorum. Ben hiçbir şeyi tek başıma yapmadım.

Yapımcılar senarist sıkıntısı var diyor, senaristler de iyi yapımcı ve iş yok diyorlar. Ne dersiniz?
Türkiye’de iyi doktor, iyi mühendis, iyi marangoz ne kadarsa iyi senaristte o kadar. Ülkemizin genel profilinden farklı bir durum yok senaryo dünyasında. Ama senaristlere yapılan bir haksızlıktan söz edebiliriz. Film iyi olunca yönetmene mal edilir, kötü olunca senaryo kötüydü denir. Bir de senaryo herkesin üzerine konuşabileceği bir şey. Herkesin fikri var. Resim gibi değil. Siz hiç bu resmin kırmızısı az diyen duydunuz mu ama senaryo için okuma yazma bile herkes konuşabilir.

Siz senaristlikten yapımcılığa geçmiş birisiniz. Diğerlerinden farklı olmalısınız. Size göre senarist ne kadar karar mekanizmasında olmalı?
Bence her şeye senarist karar vermelidir. Çünkü hiç kimse olacakları senarist kadar iyi bilemez. Boş sayfaya yeni bir dünya kuran senaristtir. Karakterin ne renk kostüm giyeceğine bile senarist karar vermelidir. On bölüm sonra ne olacağını kimse bilemez ama senarist bilir. Ekibin diğer elemanları senaristin hayallini gerçekleştiren teknisyenlerdir aslında. Ben sadece yapımcılık yaparken yani başka arkadaşlarım yazarken de her şeye onların karar vermesini isterim. Mesela filmin çekileceği mekanı senarist seçmelidir. Ondan daha iyi kim bilebilir ki. O yazarken gözünün önünde duruyordu o ev. Senaristin hayalindeki mekana en yakın mekanı bulan kişiye yapımcı denir. Yani yapımcı senaristin hizmetinde olmalıdır.

Sanıyorum senaristlikten geldiğiniz için böyle düşünüyorsunuz. Yapımcıların çoğu direk yapımcı olmuş insanlar. Yani sektörün sorunlarına çok da vakıf değiller gibi. Ne dersiniz?
Sektörün sorunlarına vakıflar da senaristlerin ve senaryonun sorunlarına vakıf değiller. Ben galiba olaya sadece senarist gözüyle bakıyorum.

Yapımcıların özgün hikayelere çok sıcak bakmadığı söyleniyor. Sürekli denenmiş hikayeleri tercih ettikleri, para kazanmış dizileri uyarlayarak yeniden yeniden çekmek istedikleri söyleniyor. Ne dersiniz?
Bu işi sadece para kazanmak için yapıyorlarsa bence en doğrusunu yapıyorlar. Yaratıcı olmak farklı şeyler yapmak için biraz bu işi idealize etmek gerekiyor. Ben klişeleri yapmamak için özel bir çaba harcıyorum ama bunu tüm sektörden bekleyemeyiz. Yaratıcılık para kazandırırsa hepsi yaratıcı olur merak etmeyin

.‘Çocuklar Duymasın’ın başarısını ikinci kez başka bir projede yakalayamadınız sanki. Ne dersiniz?
‘Kadın İsterse’ de yakaladım aslında. Nisan ayında saatler ileri alındığında saat 22.00 de yayınlayalım talebim kabul edilseydi ‘Çocuklar Duymasın’ı bile geçebilirdim ama olmadı. Saat 20.00 de yayınlamaya devam ettiler ve giderek reyting kaybettik.

Şu ilginç hapishane projenizden bahsedelim. ‘Hayal Kurmak Serbest.’ Sizin için nasıl bir deneyim oldu?
“Sanatla yolu kesişen insanlar bir daha suç işlemez” düşüncesinden hareket ettim. Onların hayata müdahale etmelerinde yardımcı olmaya çalıştım. İçerdeyken ne kadar hayata müdahale ederlerse çıkınca o kadar suçtan uzak kalırlar düşüncesiyle Bayrampaşa Cezaevinde yaklaşık sekiz ay senaryo dersleri verdim. Bu süre içinde çok önemli iki şey öğrendim. Bir “cezaevine düşenler senin benim gibi insanlar”, iki “herkes cezaevine düşebilir”. Suçu insanlar işliyor. Oradaki bir duvar yazısı beni çok etkilemişti. “Her özgür insan cezaevi için bir adaydır.” Cezaevine düşenler suçlu olabilir ya da suçsuz olabilir, bu yargının sorunu ama onlar hala insan ve hayata müdahale hakları var. Sanat hayata müdahale etmenin en güzel yolu. Onlar bu güne kadar her ne yaptılarsa yaptılar ama şu anda film yapıyorlar ve en önemlisi bu.

Çok etkiliyici. Bence oradaki çalışmalarınızı belgesel olarak da hazırlamalısınız.
Hazırladık zaten. Şu anda montajı yapılıyor yakında onu da yayınlayacağız.

Hangi dizileri takip ediyorsunuz?
Bu aralar hiçbir şey seyretmiyorum

Dizi senaryoları sürekli birbiri ile pişti oluyor ama sizin çizginiz zaten diğerlerinden biraz farklı.
Hep keyfe keder konuları ele alıyor gibisiniz. Kişiliğinizden mi kaynaklanıyor, yoksa bilinçli bir seçim mi?

Bugün yapılan dizilerin büyük bir çoğunluğu anonim bir hikaye bankasını kullanıyor. Sırasıyla çocuk kaçırma, fidye aldatma, kanser yoğun bakım hikayeleri anlatılıyor. İnşallah ben de bir gün bu hikayeleri yapmak zorunda kalmam. Özgün ve küçük hikayeler hem benim tarzım hem de iyi yazabildiğim konular. Ben televizyonculuğu sadece para kazanmak için yapmıyorum. Para kazanırsam hayır demem tabii ama yaratıcılık daha önemli benim için. Farklı şeyler yapmak para kazanmaktan daha çok haz veriyor bana.

Yeri gelmişken dizilerdeki şiddet sahnelerini nasıl yorumluyorsunuz?
Diziler toplumun aynasıdır. Toplumda şiddet varsa dizilerde de olacaktır. Topumdan değil de sadece TV den şiddeti kaldırırsak kendimizi kandırmış oluruz. Bu ülke sadece televizyoncuları terbiye etmekten vaz geçmelidir. Neden TV de şiddet var diye soranlar neden toplumda şiddet var diye de sormalıdır. Televizyonda yaratılan steril dünyanın kimseye faydası yoktur. Ben TV de şiddete karşı değilim sadece çocukların izlediği saatte yayınlanmasına karşıyım. Ama aynı zamanda çocukların geç saate kadar TV seyretmelerine de karşıyım. RTÜK çocuklarının geç saatlere kadar Tv seyretmesine izin veren ailelere de ceza kesmelidir

Sinema, televizyon ve internet çağındayız. Bu alanda çalışan insanların bir ayrıcalığı var. Bir anda insanları ekrana kilitleyebiliyorlar. Bunun büyük bir güç olduğu düşüncesindeyim. Ne düşünüyorsunuz?
Evet çok büyük bir güç. Özellikle TV. Çünkü ücretsiz ve adil. Zenginle fakirin kesiştiği tek yer. Siz Rahmi Koç’la aynı yemeği yiyemeyebilirsiniz ama aynı diziyi seyredebilirsiniz. Ama bu güç kontrol altında tutulmazsa çok tehlikeli de olabilir. Unutmayın kontrolsüz güç güç değildir. Japonya’da Pokemon adlı dizi yayınlandıktan sonra acil servislere 700 başvuru olmuş. Çocuklar pokemon gibi uçacaklarını düşünmüşler ve camdan atlamışlar.

Sinema ile aranız nasıl?
Çok iyi. Hiçbir şeye benzemeyen özgün bir hikaye bulunca ilk filmimi yapacağım. Şu ana kadar her yazdığımı çöpe attım. Hep daha önce yapılmış bir şeye benziyordu.

Şu anda çalıştığınız projenizden biraz bahseder misiniz?
Uçuş dünyasını anlatan bir dizi üzerinde çalışıyorum. Havaalanları, uçaklar pilotlar hostesler falan. Teması “Türkler uçuyor”. Bu konuda daha önce hiç dizi yapılmadı. Dünyada da sadece bir tane var o da çok izlenmemiş. Bakir bir alan. Bir de son 10 yıldır üniversiteye bir tek öğrenci bile sokamamış bir lisede geçen bir başarı hikayesi yazıyorum. O da bir dizi olacak

Gelecekte neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Özgün ürünlerle TV de hep olacağım ama asıl hedefim sinema. Senaryosuyla, hikayesiyle anılan filmler yapmak istiyorum.

Oyuncu olarak kimlerle çalışmayı tercih edersiniz? Tiyatrocu, manken ve şarkıcı üçlemesinde sizin tercihiniz hangisinden yana?
Benim yazdığım role kim uygunsa ondan yana. Yukarıdakilerin hiçbiri de olmayabilir. Hiç aklınıza yada aklıma gelmeyen bir meslek grubundan biriyle de film çekebilirim. Yeteneğe eğitimden daha çok inanırım. Bayrampaşa da çalıştığımız mahkumlardan birisi benim bugüne kadar gördüğüm en iyi oyunculardan biriydi.

Edebiyat ve sinema iki ayrı dildir tezine katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Ama kesiştikleri nokta aynıdır, hikaye. Her ikisi de hikayeyi anlatmaya çalışır. Asıl olan hikayedir.

Bazı ülkelerin yaptığı diziler neredeyse bütün dünyada seyrediliyor. Örneğin Brezilya dizileri. Biz neden yurt dışına satamıyoruz?
Telif yasasından dolayı. Bizim yaptıklarımız bizim olmuyor. Kanalların oluyor ve onlarda bunun satışıyla ilgilenmiyor. Çocuklar Duymasın’ın tüm hakları ben de olsaydı dünyanın her ülkesine satardım.

Yabancı Damat’ın Yunanistan’a satıldığını duymuştum. Yapımcı değil de kanal mı sattı?
Galiba o projenin hakkı yapımcıdaydı. Kanalda değildi

Reyting sizin için de korkulu bir rüya mı? Bir aralar reyting ölçümleri doğru yapılmıyor filan da dendi. Ne dersiniz?
“Reytingler doğru yapılmıyor” başarısız insanların sığındığı bir limandır. Ben o limana hiç demir
atmadım. Başarısız bir iş yapınca bunu kendimde ararım.Ama evet reyting benimde korkulu rüyamdır.

Oyuncuya göre hazırlanan projeler var. Böyle bir projeniz oldu mu? Veya olabilir mi?
Bir projem oldu O da ‘Kadın İsterse’ dizisiydi. . Hülya Avşar için özel yazmıştım. Onun toplumdaki algısına uygun bir diziydi ama benim tarzım projeye göre oyuncu seçmek, mümkünse tanınmamış yetenekli oyuncularla çalışmak.

Senaristlerinizi seçerken nasıl davranıyorsunuz?
Hiçbir kriterim yok. Akacak kan damarda durmuyor. Senarist olacak kişi kendisini seçtiriyor zaten.

21 Eylül 2007 Cuma

Senarist Her Yerde Senaristtir

Gerald Kelsey, dört yüzü aşkın senaryoya katkıda bulunmuş, BBC ve ITV’de yayınlanan birçok dramaya imza atmış bir yazar. “Televizyon Yazarlığı” adlı kitabı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmıştı. Diğer bilinen senaryo kitapları gibi teknik bilgiler içeriyor. Ama bunun yanında diğer kitaplarda olmayan önemli konular var. Bir senaryo yazarı için gerekli pratik bilgiler, yapımcılarla ilişkilerde önemli püf noktaları gibi. Kitabı okudukça size hiç yabancı gelmeyen ilişkileri görüyorsunuz “Bu yaşananlar ne kadar da bizim yaşadıklarımıza benziyor” diyorsunuz. Belki de bizim piyasamızın İngiliz piyasasıyla benzerliğini görüp biraz
moral bulacaksınız (tabii İngiliz piyasasındaki senaryo ücretlerini düşünmemek kaydıyla.)
Kitaptaki yapımcılar da, oyuncular da, senaristler de, yönetmenler de bizimkilere o kadar benziyor ki…
Öyle oyuncu tipleri anlatıyor ki, karşınızda bizimkileri görüyorsunuz hemen.
Örneğin onların senaryo yazarları da zaman zaman “Benim senaryomu yürüttüler” düşüncesine kapılıyorlarmış.
Kitaptan bu konuyla ilgili bir bölüm:

TELİF HAKKIYazarlar ve Oyuncular Yıllığı'nda, telif haklan yasası için de bir rehber vardır. Kendi çalışmalarınızı ve haklarınızı korumak için ve farkına varmadan başkalarının telif haklarını ihlal etmemek için bunları biraz da olsa bilmek zorundasınız. Ama bir tuzak vardır ki düşmek çok kolaydır -özellikle yeni yazarlar için. O da, bir başkası sizin fikrinizle ortaya çıktığı zaman, otomatikman onun, sizin senaryonuzu ya da sinopsisinizi okumuş olduğunu ve çaldığını varsaymaktır. Ender olarak böylesi durumlar da vardır ama yeni yazararın sandığı sıklıkta değil.
Bir zamanlar BBC'nin Oyun Senaryoları Danışmanı olan Sır Basil Bartlett, daha 1955'te şunları söylemişti: 'Ne kadar çok sayıda yazarın aynı anda aynı fikirle ortaya çıktığını bilseniz, şaşınrsınız.' Yıllar boyunca benim edindiğim deneyimler de bunun gerçek olduğu doğrultusunda. Zaten durup düşündüğünüzde bunun asımda hiç de şaşırtıcı
olmadığını fark edeceksiniz. Benim senaryo yazmak dışmda yaptığım şeylerden biri de yeni dizi ya da oyunlar için fikir geliştirmeye zaman ayırmaktır. Dosyalarımda uzun konu listelerim vardır ama bunların yarısından çoğunun üstü, ekranda teker teker karşıma çıktıkça çizilir. Hiç kuşkum yok ki, bir düzine TV yazarı kendi dizi önerilerini bir liste haline getirseler, benim listemde olmayanların sayısı çok olmayacaktır ya da tam tersi onların listesinde olmayıp
da benim listemde olanların sayısı çok az olacaktır.

Bu nokta, benim bir zamanlar BBC'ye yaptığım bir dizi ile daha da iyi aydınlanabilir. Hakkında öyküler yazabileceğim bir grup insan arıyordum ve aklıma bir futbol takımı geldi. O dönemde ne BBC'de ne de ITV'de bu türden bir tema işleyen bir dizi çekilmemişti. Böylece ben de konuyu geliştirip, Home and Away adını verdiğim diziyle ilgili olarak detaylı bir sinopsis hazırlayıp, teslim ettim. Ama bir süre sonra bir red mektubuyla birlikte geri geldi. İstemiyorlardı.
Bir yıl sonra, bir futbol takımını konu alan, United adlı bir dizi çevirdiklerini duyduğumda neler hissettiğimi kolayca tahmin edebilirsiniz.
Fikrimi çaldıklarını düşündüm. Şimdi ne yapmalıydım? Bir protesto mektubu mu yazmahydım? Yazarlar sendikasına mı başvurmalıydım? Avukatımla mı görüşmeliydim? Hangi yolu takip edeceğimi düşünüp, bir karar vermeye çalışırken, yıllardır tanıdığım bir başka televizyon yazarına rastladım. Ateş püskürüyordu. BBC'deki sahtekarlar benim fikrimi çaldılar.' dedi.
Evet doğru tahmin ettiniz. Aynı temayı işleyen bir senaryoyu benden üç ay sonra teslim etmişti. İşin gerçeği, ikimizin de tanıyıp, saygı duyduğu bir başka yazar, bizlerden hiç haberi olmadan, aynı temayla çıkmıştı ortaya.
Üstelik, yeni bir konu arayan ve bu temayla ilgilenen bir prodüktör de bulmuştu. Hayat böyledir işte. Yeni bir program hazırlarken, şansa, her zaman şansa ihtiyacınız vardır. Zamanlama çok önemlidir.Doğru fikri doğru zamanda doğru kişiye götürmeye bağlıdır bu, genellikle.

Yazarlar Birliği'nin bir üyesi olarak, bir yazarın, bir prodüksiyon şirketinin ya da bir başka yazarın kendi fikrini çaldığı şikayeti üzerine görüş bildirmem istenir benden. Özellikle tecrübesiz yazarlar kendi senaryolarını bir şirkete gönderdikten sonra benzer bir konuyu ekranda seyrettiklerinde, kendi konularının çalınmış olduğu fikrine çok çabuk kapılırlar. Hatırlıyorum, yazarlık mesleğimin başarında, beni çok heyecanlandıran özgün bir fikir, konulu senaryo
editörünün, bu konuyu çok eski ve klişe olması nedeniyle daha önce de defalarca reddettiklerini bildiren mektubunun ekinde geri gönderildiğinde, çok öfkelenmiştim. Bir kaç yıl sonra adamın dediklerinoe haklı olduğunu anladım. Tabii ki fikirler yürütülebilir, ama daha önce de dediğim gibi, hiçbirimizin paranoyak duygulara kapılmamızı gerektirecek sıklıkta değil. Olmuş gibi görünen durumlarda, hırsızlıktan ziyade tesadüf olma ihtimali daha yüksektir.
Eğer bir başka yazarın sizin fikrinizi yürütme şansına sahip olduğunu kanıtlayacak durumda değilseniz, bunu bir tesadüf olarak kabul edin ve kendinizi bir sürü tatsızlık ve harcamadan kurtarmış olun.

Televizyon Yazarlığı
Gerald Kelsey –
Çeviren: Bahar Öcal Düzgören
YapıKredi Yayınları

"HATIRLA SEVGİLİ" DİZİSİNDE OLAY VAR



Hatırla Sevgili", Hatırlatma Danışman!Fahri Aral, "Hatırla Sevgili"de Deniz Gezmiş'e "Kanlı Pazar'ı yaratanlar İlim Yayma Cemiyeti'nin üyeleri değil mi" dedirtince işinden oldu.


"Kanlı Pazar"ın gölgesi 38 yıl sonra bir TV dizisinin üstüne düştü. "Hatırla Sevgili" dizisinin yapımcıları, danışmanlardan Fahri Aral'ı, dizide 1969'daki olayda İlim Yayma Cemiyeti'ni ilzam eden bir replikten sorumlu tutarak işten çıkardı.
Bianet'e gönderdiği açıklamaya göre "Hatırla Sevgili" danışmanı, 32. Bölüm’ün senaryosunda yeralan bir hapisane sahnesinde, Deniz Gezmiş’in Şubat 1969’daki Kanlı Pazar olaylarına tepkisinin "onu tanıyan, uslubunu ve konuşma tarzını bilen biri olarak" dizide yayınlandığı şekilde canlandırılmasını öneriyor.
Yönetmen ve senaristin de benimsediği versiyona göre Deniz Gezmiş cezaevinde olayları radyodan dinlerken, “...olayları yaratanlar İlim Yayma Cemiyeti üyeleri değil mi, zaten bu adam da (eski İstanbul Valisi Vefa Poyraz) bu cemiyetin şeref üyesi değil mi...” diyerek tepki gösteriyor.
Sansürcü mantık... Aral, yayınladığı açıklamada, adlarının bu şekilde anılmasından rahatsız olan İlim Yayma Cemiyeti’nin şimdiki yöneticileri düzeltme isteyince yapımcıların kendisini senaryodan sorumlu tutarak işine son verdiklerini duyurdu.
Aral "32. Bölüm’den sonra meydana gelen gelişmeler, Hatırla Sevgili’de 'reyting uğruna' yapılan bazı şeylerin nasıl bir anti-demokratik ve sansürcü mantığa dönüştüğünü gösterdi" dedi.
Hatırla Sevgili 27 Ekim 2006'dan bu yana atv'de gösteriliyor. Sis Yapım şirketince üretilen dizinin yönetmenleri Ümmü Burhan ve Faruk Teber; senaryo yazarları Nilgün Öneş, Şebnem Çıtak ve Aylin Alıberen; diğer danışmanlar arasında Can Dündar, Mümtazer Türköne, Ferhat Kentel, Mustafa İlker Gürkan ve Mustafa Yalçıner de var.
Aral'ın açıklamasının tamamı şöyle:
BİR AÇIKLAMA
Bir süredir ATV’de yayınlanmakta olan Hatırla Sevgili adlı dizinin 25. Bölümü’nden itibaren danışmanlığını yapmaktaydım. Bu danışmanlığı kabul etmemin başta gelen nedeni, bir dönem dizisi olduğunu iddia eden böyle bir yapımda yansıtılacak tarihi gerçekleri, olayları bizzat yaşamış biri olarak, yeni kuşaklara saptırmadan, doğru olarak aktarılmasına katkıda bulunmak kaygısıydı.
Ne var ki, 32. Bölüm’den sonra meydana gelen gelişmeler, Hatırla Sevgili’de “reyting uğruna” yapılan bazı şeylerin nasıl bir anti-demokratik ve sansürcü mantığa dönüştüğünü göstermiş olduğu için kendimi konuyla ilgili bir açıklama yapmakla sorumlu saydım.
Şöyle ki, 32. Bölümdeki bir hapisane sahnesinde Deniz Gezmiş’i canlandıran oyuncu, Şubat 1969’daki Kanlı Pazar olaylarından sonra basın toplantısı düzenleyen dönemin İstanbul Valisi Vefa Poyraz’ın radyoda yayınlanan sözlerine tepki duyarak, “...olayları yaratanlar İlim Yayma Cemiyeti üyeleri değil mi, zaten bu adam da bu cemiyetin şeref üyesi değil mi..” şeklinde sözler sarfeder.
Bölümün yayınlanmasının ertesinde ise İlim Yayma Cemiyet’nin şimdiki yöneticileri bu sözlere tepki duyarak, bunu yapımcı kuruluşa iletir ve düzeltilmesini ister.
İşin tuhaf ve kamuoyu tarafından bilinmesini istediğim önemli yanı; yapımcı kuruluş yöneticilerinin İlim Yayma Cemiyeti’nin bu tepkisi karşısında danışman olarak beni sorumlu tutmasıdır.
Bu bölümde tepkilere neden olan bilgiler dahil danışmanlık sürem boyunca senaryo yazımından çevre düzenlemesine kadar gerekli tüm bilgileri, bizzat yaşadıklarımdan ve danışmanlığa başladığımdan beri dizinin yapımcılarına da açtığım kişisel arşivimdeki çeşitli kaynaklardan (günlük gazeteler, dergiler, bildiriler, afişler, fotoğraflar ve sözkonusu bölüm için de ANT Haftalık Dergi Sayı) derleyerek, yapımcı kuruluşun çeşitli kademelerinde görevli çalışanlarına yazılı ve sözlü olarak ilettim.
Bunun yanısıra 32. Bölüm’ün senaryosında yeralan ve “tepki” toplayan diyalogun önerisini de Deniz Gezmiş’i tanıyan, uslubunu ve konuşma tarzını bilen biri olarak ben yaptım.
Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarında, “kimi zaman yirmi yılda yaşanacakların yirmi saatte yaşandığı” dönemlerde tarihe tanık olmuş biri olarak bu danışmanlık süresi içinde yaşanan gerçekleri dile getirmeye, bunların yeni kuşaklara doğru olarak aktarılmasına çalıştım.
Bunun bilincinde olarak, başta inandıkları daha güzel bir dünya uğruna idam sehpalarına giden Denizlerin ve bu uğurda can veren onlarca arkadaşımın anısına saygı duyduğumdan, sözkonusu dizinin danışmanlığı ile hiçbir ilişkimin kalmadığını duyurmak istiyorum,,,

TOMRİS GİRİTLİOĞLU'NUN YANITI
Hatırla Sevgili 'Tarafsız' Olmak Zorunda""Aral'ın danışmanlıktan ayrılmasına sebep olan görüş ayrılığı da, doğrudan tarafsızlığımızla ilgiliydi. Farklı görüşler arasında dizinin prensiplerine uygun çözümleri bulurken, bazen herkesi ikna etmek mümkün olamıyor."
"Hatırla Sevgili" dizisinin danışmanlarından Fahri Aral, 32. bölümde yer alan 1969 "Kanlı Pazar" olaylarıyla ilgili dizide Deniz Gezmiş'i oynayan aktörün İlim Yayma Cemiyeti ve eski İstanbul Valisi Vefa Poyraz'ı sorumlu tutan repliği nedeniyle gelen tepkiler üzerine işine son verildiğini açıkladı. Aral'ın olayı özetleyen ve konuyla ilgili açıklamasını içeren haber dün bianet'te yayınlandı.
Bunu üzerine bir açıklama yapan Sis Yapım'dan dizinin proje yapımcısı Tomris Giritoğlu, "Hatırla Sevgili"nin "toplumun ve yakın tarihin ortak vicdanı ve sağduyusunu yansıtma iddiasıyla" hazırlandığını; bunu "kırmadan, incitmeden ve yargılamadan" yapmaya çalıştıklarını söyledi. Giritoğlu, Aral'la bu tarafsızlık kaygısı sırasında görüş ayrılığı yaşandığını belirtti.
Giritlioğlu'nun açıklamasının tam metni şöyle:
"Hatırla Sevgili'nin senaryo danışmanlarından sevgili Fahri Aral'ın diziden ayrılması üzerine bir açıklamada bulunma ihtiyacı hissettim.
Hatırla Sevgili dizisi büyük bir emeğin ve çok sayıda değerli insanın katkılarının eseridir. Ama çok daha önemlisi toplumun ve yakın tarihin ortak vicdanını ve sağduyusunu yansıtma iddiası taşımaktadır. Dizinin konu aldığı 60'lı (ve sonrasında 70'li) yıllar, ülkemizin en sancılı yıllarıdır.
Bu yılları, o dönemin acılarını yaşayan kişilere, karşı kamplarda yer alanlara, belki de en önemlisi tarihe haksızlık etmeden anlatmak, takdir edileceği üzere çok zordur. İzleyicilerden ve o dönemi yaşıyanlardan gelen tepkiler bu güne kadar tarihe şahitlik ve ortak vicdanı temsil etmek konusunda Hatırla Sevgili dizisinin son derece başarılı olduğunu göstermektedir.
Güçlü kalemleri olan senaristlerimizin ve dönemle ilgili keskin gözlemlere ve birikime sahip danışmanlarımızın iyiniyetli ve kılı kırk yaran özenli çabalarının sonucu bu çok önemsediğimiz "ortak vicdan" dizimizin hemen her sahnesine egemen olmuştur.
Dizide görev alan bütün ekip, o çalkantılı dönemi taraf olmayan ve yargılamayan bir gözle bugünkü nesillere aktarmanın ne kadar saygıdeğer bir çaba olduğunun bilincindedir. Doğrusu da budur. Hükmü tarih verecek, bugünkü nesiller de paylarına düşeni alacaktır.Yargılamak ve mahkum etmek bizim işimiz değildir. Yaptığımız iş sadece mütevazî bir hatırlatmadır. Bu hatırlatmayı yaparken etik sorumluluğumuzun ne kadar ağır olduğunun farkındayız.
Fahri Aral da 25. bölümden itibaren Hatırla Sevgili'ye yaşam tecrübesi ve gözlemleriyle birlikte yüreğindekileri de dökerek çok değerli katkılarda bulunmuştur. Sevgili Fahri Aral'ın öğrencilik yıllarını ve dönemin meşhur gençlik liderlerini anlatan bölümlerde, kaybettiği arkadaşlarına duyduğu vefa ve bağlılık hepimiz tarafından takdir ve saygı ile karşılanmaktadır.
Bu sahnelerin çoğunun onun çok değer verdiği hatıraları ile ilgili olduğunun farkındayız. Bizler ise tarihe şahitlik görevimizi elimizden geldiği kadar tarafsızlıkla ve kimseyi kırmadan ve incitmeden sürdürmek zorundayız. Bunların arasında "kırmamak ve incitmemek" bizim açımızdan en önemlisi.
Çok değerli Fahri Aral'ın danışmanlıktan ayrılmasına sebep olan görüş ayrılığı da, doğrudan tarafsızlığımızla ilgiliydi. Farklı görüşler arasında dizinin gözettiği prensiplere uygun çözümleri bulurken, maalesef bazen herkesi ikna etmek mümkün olamıyor.
Sevgili Fahri Aral'ın kişiliğine, hatıralarına ve görüşlerine saygımızı vurgulayarak, bugüne kadar yaptığı değerli katkılardan dolayı kendisine kamuoyu önünde teşekkür ediyoruz. "(TG/EÜ)
* Tomris Giritlioğlu, Hatırla Sevgili Proje Tasarımcısı

KAYNAK: Bianet

15 Eylül 2007 Cumartesi

"HAYAL KURMAK SERBEST"



Senaryo Yazarları Derneği (Sender) tarafından yürütülen "Hayal Kurmak Serbest" projesi cezaevlerindeki mahkumlara senaryo atölyeleri düzenlendi. Burada ortaya çıkan bir senaryo gene mahkumların katılımıyla filme çekildi.
"Ben Fazla Kalmayacağım" adlı film şimdi Antalya Film Festivali yolunda.

Sender Genel Sekreteri A.Haluk Ünal'la Diğiturk Dergisi bir söyleşi yaptı; HKS ve Sender'in yeni projeleri üzerine konuşuldu.
Söyleşi :Beril Yalçın


Hayal Kurmak Serbest" projesi hakkında bilgi alabilir miyiz?
"Hayal Kurmak Serbest", Senaryo Yazarları Derneği'nin yürüttüğü bir sosyal sorumluluk projesi. Bu projeyi bize teklif eden Levent Kazaktı.

"O Şimdi Mahkum"un senaryosunu yazmıştı, filmde oynamıştı...
Evet, senaryo çalışmasını Bayrampaşa Tutukevi'nde
yapıyor. Orada muhterem bir başsavcı vekili var, Metin Şentürk. onun aydın kişiliği birleşiyor, festival gibi bir şeye girişiyorlar. Film gösterimi yapıyorlar, ama atölyeler gerçekleşemiyor. 2006'da bize üye oldu Levent. Yaptığınız işleri duydum, çok beğendim, gelin bunu dernek olarak yürütelim dedi. Demek yönetimi de, Levent'le bana bu projenin tasarımı ve geliştirilmesi için yetki verdi.
Proje sadece mahkûmlarla film çekmeyi mi kapsıyordu?
Hayır, iki unsurdan oluşuyordu. Film festivali ve film öyküsü atölyeleri... İki tutukevinde çalıştık. Bir pilot çalışma yapalım,
başarabiliyorsak, projeyi İstanbul'daki bütün cezaevlerine yayalım dedim.

Biri Bayrampaşa, diğeri neresiydi?
Paşakapısı. Bayrampaşa erkek, Paşakapısı kadın tutukevidir. Biz haziranda atölyelere başladık. Kasımda festival başladı. Eylül ayına kadar vizyona çıkmış yerli filmler yarıştı.

Kaç film vardı?
11 film yarıştı. Tutukluların koğuş temsilcilerinden oluşan 50 erkek 50 kadın, kişilik bir jüri, önce kendi koğuşlarında tartıştılar.
Sonra eğilimleri alıp kendi kararlanıla en iyi birinci, ikinci, üçüncü filmi seçtiler. Birinci, "Dün Gece Bir Rüya Gördüm"dü, ikinciliği "Oyun" ve "Kurtlar Vadisi: Irak" paylaştı. Üçüncüsü de "Beyza'nın Kadınları". Paşakapısı'nda Neşe Şen, Gaye Boralıoğlu,
Bayrampaşa'da ise Hüseyin Kuzu, ben ve Birol Güven atölyeleri vardı. 15'er kişilik atölye yaptık.
Senaryo yazılıyordu...
Film öyküsü geliştiriyorlar, tretman yazıyorlar.

Dersler nasıl geçiyordu?
Çok keyifliydi. Atölyeler, 15, 20, 25 kişilikti. Ürün odaklı çalışıyorduk, 15 öykü çıktı. Birol'un atölyesinden çıkan, tümüyle cezaevinde geçiyordu, "Ben Fazla Kalmayacağım"... Bunu 15 dakikalık kısa film yapsam diye düşündü Birol, bir ürün de çıksın
ortaya diye... Ben de 90 dakika yapalım dedim. Eh, nereden buluruz bu kaynağı? Ezel Akay, Türk-Max için Mehmet Karaca ile çalışıyordu; projeden söz ediyor, Mehmet Karaca sıcak yaklaşıyor. Birol'la gidiyoruz, Mehmet Beyle görüşüyoruz, geliyoruz
bugüne. DIGITURK projeye sponsor oluyor... Bu bizi motive etti. Birol öğrencileri alıp, bu sefer 90 dakikalık bir filmin çıkması için çalıştırmaya başladı.


Mahkûmlar ne hissetti?
Başlangıçta ciddiye almamışlardı. "Böyle çok şey duyuyoruz, birileri gelip,dostlar alışverişte görsün, bir şey yapıp gidiyor." diyorlardı.Ama sonra baktılar karşılananda Safa Önal, Birol Güven, Levent Kazak, Gaye, Neşe, ben, Macit Koper... Ciddi bir ekip gelip gidiyor, zaman ayırıyor. O zaman anladılar işin farkını. Adalet Bakanlığı’nı ve Kültür Bakanlığının
da farkındalığı değişti. Çok ciddi bakıyorlar. Biz, "Hayal Kurmak Serbest projesiyle, Türkiye'de insan merkezli bir ceza infaz sistemi reformunda çok önemli bir işlev gördüğümüze inanıyoruz.


Neyi hedeflemiştiniz?
İşte şu: Senaryo... Sonuçta biz senaryocuyuz. Bu proje de bir senaryocular filmi. Sloganımız şu: Başlangıçta senaryo vardır. Biz genel olarak sanatın, özel olarak da sinemanın ve senaryo yazarlığının gücünün, insanlarda yarattığı özgürleştirici etkiyi, bunun dezavantajlı gruplar üzerinde nasıl dönüştürücü olabileceğini göstermeyi düşündük. Geçmişte,tutukluyu bir yere kapatıyorsun,dönüp arkanı gidiyorsun gibi bir durum vardı. Ona yeni bir hayat kurabilmesi için fırsat veriyor musun? Hayır... Bunların sayısının artmasının tutuklularda yaratacağı sonuç çok önemli.

Başka cezaevlerine de yayılsa...
Zaten bunu söylüyoruz, Türkiye'deki bütün cezaevlerine bütün sanatçılar çıkarma yapsın. Sadece sinemacılar değil, tiyatrocular, edebiyatçılar... Bütün sanat dallarında atölyeler açılsın. Şu anda 110 kişilik bir koğuştayız, burada en büyük sorun zaman geçirmektir, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyoruz diyorlar. İsterseniz koğuşlarınızı değiştirelim, sizi başka tarafa
taşıyalım dedi müdür bey, hayır gitmeyiz, biz izlemek istiyoruz dediler

Çekimlere karışıyorlar mı?
Aksine saygıyla özenle davranıyorlar, bizim işimizi Kolaylaştırıcı bir tutumları var,

Seti koğuşta kurdunuz...
Evet.

Kaçtan kaça çalışılıyor?
Sabah sekiz, gece on bir, on iki. Bildiğiniz set, diğer setlerden farkı yok. Ama mekan, bir cezaevi koğuşu; gerçek bir koğuş, gerçek bir avlu, gardiyan odası, koridor, spor salonu...

Hep olumlu bir tablo çizdiniz, orada set kurmanın hiç mi zor yanı yok?
Tutukevi, güvenlik merkezli üretilmiş, insan merkezli değil. Suçluların güvenliği ve bir cezayı yatması üzerine tasarlanmış, film çekilmesi için tasarlanmamış. Attığınız her adımda oradaki ezberi bozuyorsunuz. Eğer cezaevi idaresi, Adalet Bakanlığı ve tutuklular size sahip çıkmasa, sizin için özveride bulunmasa, bir saniyegörüntü çekemezsiniz. Birisinin engellemesi gerekmez,
oradaki sistem sizi engeller. Burası cami avlusu da değil, beş bin tutuklu var. Dalıa suçları kesinleşmemiş ama, kimisi ikinci, kimisi beşinci suçtan gelmiş. Sonuçta beş bin kişi yaşıyor.

Bütün nıahkûınların haberi var mıydı projeden?
Tabii. Bir broşür ve bir anket dağıttık. Gönüllüleri ve kültürel profillerini belirleyelim diye.
Sizi şaşırtanlar oldu mu içlerinde?
Vallahi, şaşırtmadılar.

Hepsi çalışkan mıydı, hiç tembel yok muydu?
Çalışkanı da vardı, tembeli de. Biz dışarıda nasıl amatörlerle çalışıyorsak, orada da öyle. Tek fark şu: Dezavantajlı bir grupla karşı karşıyasınız. Ama dışarıdakilere göre daha fazla bir sarılma ve sahiplenme var. Dışarıdakilerin birçoğu, ben de bir tane yazarsam, şöhreti, parayı kaparım diye geliyor. Cezaevinde ise, vakit geçmiyor ve bir şey öğrenebilir miyim gibi daha mütevazı ama çok daha anlamlı bir yerden hareketle geliyor.

Filmin konusu nedir?
Film, tutukluların gerçek deneyimlerinin bir havuzda toplanması ve bundan üretilmesi üzerine kurulu. Suçlu olmadığı halde hapse düşen ve iki yıl boyunca mahkemeleri bitmeyen, saf, naif bir aile babasının, Vural Çelik'in başından geçen komik, dramatik ve hüzünlü olaylar...

İsmine bakınca komedi gibi geliyor, ama...
Tamamen değil, ilk başta komedi unsuru egemendi, ama cezaevini tanıdıkça ve tutuklular işi öğrendikçe, işin hüzünlü, dramatik yanlan da güçlendi. Biz cezaevine çok gülümseyen bir bakış ürettik, ama ne kadar gülümserseniz gülümseyin, hüzünlü şeyler var.

Ünlü oyuncular filme nasıl dâhil oldular?
Bu, tutukluların yazdığı, oynadığı, müziğini yaptığı ve cezaevinde çekilen ilk film. Bu dört unsurdan birini, ikisini barındıran vardır, ama ben dünyada da hepsini birden barındıran bir film olduğunu zannetmiyorum. Basın çok ilgi gösterdi. Biz kime telefon edip de ünlüleri küçük rollerde görmek istiyoruz,destek verir misiniz dediysek, çoğundan tereddütsüz evet aklık. Hayır diyenler de ya vakti yok, ya yurt dışına gidiyor, ya tatildeyim diye özür dilediler.

Müzikler de mahkûmlara aitmiş...
Arkadaşlar-besteleri ürettiler. Burcu Güven, Birol Güven'in eşi, profesyonel düzenlemecidir, müziklerin düzenlemelerini o yapıyor. Biz tanınmış bir ismin bu sarkılan söylemesini istiyoruz. Bir şarkıyı basın toplantısında söylettik. "Hırsız Polis"in şarkısı nasıl yürüdü gitti, bu da öyle yürüyüp gider. Çalışmalar bitince tutukevinde bir stüdyo kuracağız. Kayıtlar orada yapılacak, onlan biz stüdyoya götüremeyeceğimiz için...

Stüdyo kalıcı mı olacak?
Hayır, kalıcı olarak kullanabilirlerse gene kullanırlar ama orası zaten yıkılacak. Bayrampaşa kasım aralıkgibi boşalıyor, Silivri'ye taşınıyor. Tutukevi yıkılıyor, yerine toplu konut yapılıyor.

Film. son bir belge gibi o zaman.
Evet, tarihinin son görüntüleri bu. Silivri'de 10 bin kişilik, bu amaç için üretilmiş bir bina var, oraya taşınıyor bütün tutuklular.

Yeni projeleriniz var m?
Çok güzel projeler var, yine DIGITURK'le iş birliği yapacağımız projeler de olacağını tahmin ediyorum. Mesela, bir senaryo atölyemiz var Senarist... Buna bir uluslararası atölye vasfı kazandırmaya çalışıyoruz. Önümüzdeki yıl, bu kış, Oscar lı, Cesarlı bazı yazarları İstanbul'a getirip, ürün odaklı atölyeler yapmayı planlıyoruz.

Avrupa Senaryo Yazarları Federasyonu ile ilişkiniz var. Onların bu projeden haberleri var mı?
Geçtiğimiz ekimde, Selanik'te Federasyonun konferansına katıldık ve şunu gördük: Fransa ve İngiltere guild'lan dışında hepsiyle rekabet edebiliriz, dostane anlamda boy ölçüşebiliriz.

Guiki derken?
Lonca... Bizim loncamız, onlarınkinden eksik değil. Bazı eksiklerimiz var, bunları hızla kapatmaya çalışacağız. Zaten aslolan da bu. Üretim kaliten belli bir standarda çıkmadan, hakhukuk konuşmanın bir kıymeti yok. Bizi İlgiyle ve şaşırarak dinlediler. Hiçbirisinin böyle işlerle uğraşmadığını gördük. Bunun sebebi belki biraz da şu: Onların ülkesinde bu tür işlerle o kadar çok uğraşan var ki. Avrupa Senaryo Yazarlan Federasyonu'nun başkanı, Avrupa Parlamentosu’nda bir saat konuşma hakkına sahip. Bir saatlik söz hakkı verdiler, senaryocuların dertlerini anlattı. Hayal edebiliyor musunuz, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Safa Önal'ın, mesela, ya da benim gidip dertlerimizi anlatacağımızı?
Hayal etmek serbest..
Evet, hayal kurmak serbest (gülüyor)...

Bu film mahkûm yakınları için de bir ümit kaynağı, değil mi? Onlarla da görüştünüz mü?
Onlarla yarın tanışacağız, bu film için gerçek bir açık görüş kondu. Gerçek yakınlarıyla buluşacaklar.
Haberleri var mı bu çekimden?
Var, özel telefon izni çıktı herkes yakınlarını aradı, yarınki randevular verdiler. Böyle de bir hediye oldu onlara. Bu çok sık olmayan bir şey... Filmin galasını da, bir galasını Bayrampaşa'da yapacağız, ama diyelim ki 'premiere'ini de Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında Antalya Cezaevi’nde yapmayı düşünüyoruz. Onlara daha teklif etmedik
bunu, ama Altın Portakal, Antalya Cezaevine de girmiş olur bu vesileyle. Bugün-yarın Adalet Bakanlığı ile görüşeceğim, hayır diyeceklerini zannetmiyorum.

Mahkûmların yönetmen ve oyuncularla aralan nasıl?
Çok güzel ve de şuna şaşırdık: Hepsi de çok 'cool', hemen kamerayla barışıverdiler. Hamdi Alkan iyi bir oyuncu yönetimi sergiliyor,
iyi bir iletişim kuruyor. Kendilerini rahat hissediyorlar. Kamera karşısında halleri değişiyor, cezaevinde olduklarını unutuyorlar
özenle, göz bebekleri gibi bakıyorlar bu işe, gidip akşamlan rol çalışıyorlar, ezber yapıyorlar.

Orada çalışırken, cezaevine özgü bir dilin farkına vardınız mı? Farklı deyimleri var mıydı?
Çok özel bir jargon yok, varsa bile bizle o jargonla konuşmuyorlar. Ama raconlar var tabii. O yaşama koşullarının ürettiği birtakım davranışlar var.

Ne gibi? Örnek verebilir misiniz?
Mesela, koğuşa yeni girene makas aratırlar. "Bir makas vardı buralarda, bir sorsana." diye dolaştırırlar. Ama makas yok tabii, yasaktır, mesela yani...

Başrolde Vural Çelik var, ona da makas arattılar mı?
O bütün hikayeleri bildiği için o tezgahlara gelmedi ama sonuçta onu çok seviyorlar. Bir bakıyorsun, bir köşede müzisyenlerden biri kapmış darbukayı, Vural da onlarla göbek atıyor. Ekip, koğuşun bir parçası haline geldi. Zaten bu atölyelerden sertifika
alan bütün arkadaşlara, sonra bizim atölyelerimize katılmak isterlerse, tahliye olup da gelirlerse burs da veriyoruz.

Bu arada tahliye olan var mı? Filme başlayıp da sonra çıkan?
Yazarlarımızdan bir tanesi çıktı, oyuncu olarak dışardan katılacak. O, Vural'ın içeri düşmesine sebep olan adamı oynuyor.

Kötü adamı yani..
Kötü adamı oynuyor. O istedi o rolü ama, ben bunu oynamak istiyorum dedi.

Çekimlerde gözünüzü yaşartan sahneler oldu mu?
Tutukluların, bana yaptığım işten dolayı duygulanın ifade ettikleri anlarda çok mutlu oldum. Boğazımda bir yumruk düğümlendi, çok içten sözlerdi. Şu garip hayatta bu kadar hakiki teşekkürle karşılaşmak, insanın zaten "Eh, değdi be kardeşim." demesine
sebep oluyor. Bir de basın toplantısında şarkı söylediklerinde çok duygulandık. Birdenbire bütün tutuklular nakarata katıldılar. Bu proje, yarış atı değil, özel bir şey. Kendiyle yanşan bir proje. Bugüne kadar çok güzel kapılar açtı. Tutuklulara açtı, Türkiye'deki siyasi ya da adli bütün mahkûmlara açmaya başladı, senaryo yazarlarına mesleklerinin önemini topluma hatırlatmakta kapılar açıyor. Dediğimiz gibi, başlangıçta senaryo vardır. Sloganımız bu.

Senaryo Yazarı Söyleşileri : Neşe Şen




BİZ KAHRAMANLARIMIZA AŞIK OLDUK...



SÖYLEŞİ :Dürsaliye Şahan

Senaryo, öykü ve hatta şiir yazmak öylesine kolaydır ki; dışarıdan bakan biri için ‘bir kağıt bir de kalemdir işte.’ Belki de bu yüzden hemen herkes hayatında bir kez de olsa öykü ve şiir yazmayı dener. Çoğunluk bir kağıt bir kalemden öte olduğunu anlayıp, sessizce de vaz geçer. Hele bir de senaryolarınızda yüzyılların ‘pamuk prenses’ini asileştirmeye kalkarsanız beş bilinmeyenli denklemi de iyi bilmek zorundasınız.
Sormadım ama biliyor olmalılar ki Zerda, İstanbul Masalı ve Hırsız Polis ile içinde bulunduğu yazı grubu, reytinglerin ilk sıralarından inmediler. Neşe Şen sıcacık, hoş sohbet bir senarist. Sorularımıza içtenlikle yanıt verdi.



Diş hekimliği okudunuz sonra reklamcı, sonra da senarist ve hatta şarkı sözü yazarı oldunuz. Bunlar tesadüf diyebilir misiniz? Örneğin çocukken yazdığınız bir şiir, bir öykü olmadı mı hiç?

Oldu tabii. Çocukken bir şiir ya da bir öykü yazmaya kalkışmamış kimse yoktur diye düşünüyorum. Ama benim derdim daha çok, oyunculuktu. Küçük yaşta halkevine yazılmıştım. Sonra halkevimiz bombalandı, tiyatro sevdası üniversiteye kadar askıya alındı benim için. Diş Hekimliği pek bilinçli bir seçim değildi zaten; 15 yaş, insanların geleceklerini şekillendirmeleri için fazla erken bence. Ama fakültede tiyatro kolu açılınca, kendimi sahneye atmanın yolunu buldum tekrar. Diş Hekimliği diplomamı aldığımda, mesleğimi yapmayacağımı, bir şekilde hayatımı yazarak kazanacağımı biliyordum. Sonrası pek tesadüf sayılmaz bu yüzden. Yazmaya ve karnınızı doyurmaya çalışıyorsanız, reklamcılık gayet mantıklı bir çözüm oluyor. Şanslı olduğum nokta, reklamcılığı Yavuz Turgul’un ajansında yapmış olmamdır. Bizimki gibi bir meslekte, herkese bir usta lazım.

Doğru tahmin etmişim. Yüzünüz karakter oyuncusu olmaya çok müsait. Oyuncu olmayı düşünmediniz mi diyecektim. Soruyu biraz değiştireyim. Yazdığınız rollerden herhangi biri için ‘şu rolü keşke ben oynasaydım’ dediğiniz oldu mu?.

Biraz önce söylediğim gibi, bir dönem, oyunculuk yapmaktan başka hiçbir şey düşünmedim diyebilirim. Uğur Yücel, bizi kırmayıp hapishane seminerlerimize geldiğinde oyunculuğu bir tür ‘ruh göçü’ olarak tanımlamıştı. Çok doğru bir terim olduğunu düşünüyorum. Bir bedende birçok hayat yaşamak isteyenler için ideal…
Ben bulduğum her fırsatta oyunculuk yaptım aslında. Diş Hekimliği’nde okurken iki kere Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda oynamıştık. TRT’de yönetmen asistanı olarak çalıştığım iki yıl boyunca, her türlü ufak tefek role atılır oynardım. Hatta bir kısa filmde, Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Otel’ filminde de oynadım. Ama, insanın hiçbir şey bilmiyorsa, haddini bilmesi lazım… Bu kadar iyi oyuncularla çalıştıktan sonra, insan oyunculuğun derin bir hevesten çok daha fazlası olduğunu görüyor. Şimdi o iyi oyuncular için yazmayı, en az oyunculuk yapmak kadar zevkli buluyorum.

Sanki karakteri yazarak yaratanlar onu en iyi oyuncusundan bile daha çok hissederler gibi geliyor. Ne dersiniz?

Yazarken öyle belki. Henüz karakter, oyuncunun elinden geçmeden öyle düşünebilirsiniz. Ama ruh, bedene büründüğünde başka bir şey oluyor. Kelime kelime ördüğünüz o karakter, dönüp gözünüzün içine bakıyor. Bu, acaip bir his. Büyük oyuncularla çalıştığınızda, yazdığınız en iyi diyaloğun bile bir adım daha ileri gittiğini görüp heyecanlanıyorsunuz. İş bir süre sonra masa tenisi maçına benziyor. Bakalım bu topu çıkarabilecek mi… Çıkarıyor. Peki bunu… diye diye karşılıklı oynuyorsunuz işte.

Hırsız Polise yazdığınız sözler çok tutuldu. Çok duygusaldı. Kişilik olarak da duygusal yanınız ağır basıyor olmalı. Bildiğim kadarı ile başka şarkı sözü çalışmalarınız da var.

Hırsız Polis’teki İmkansız Aşk şarkısına yazdığım sözler, tamamen Aksak, Mavi ve Çınar için. Yani benim duygusal durumumla ilgisi yok. Hırsız Polis projesinin benim için ve yazı grubumuz için hep ayrı bir yeri oldu. Biz o projeyi çok sevdik, kahramanlarımıza aşık olduk. Sözleri yazarken de tek derdim, onların aşklarına layık bir söz yazmaktı. Diğer çalışmalarıma gelince, ‘Yeni Türkü’nün albümünde Eski Aşklar diye bir şarkım vardı. Orient Ekspression’un Divan albümünde ‘Dünya’ ve ‘S.O.S’ adlı iki şarkım var. Orient Ekspression ile ve Sabahat Akkiraz’ın ortak albümü Külliyat’ta iki parçam var. Kök ve Dal da çok sevildi.

Aldığım duyumlara göre çok yardımsever olduğunuz söyleniyor. Örneğin yeni mesleğe başlayan gençlere filan. Hatta şöyle söylüyorlar tam olarak; “genelde baba senaristler yeni senaristlerden hoşlanmaz ama Neşe hanım çok farklı”.

Türkiye’de televizyonculuk hala kurumsallaşmamış durumda. Televizyon sektörüne eleman yetiştiren fakültelerden tutun kanallara dek, herkes el yordamıyla yapıyor birçok şeyi. Bu yüzden de birilerinin, meslekte biraz deneyimi olanların, bu deneyimi paylaşması şart. Ben, bu sektörde kalmaya kararlı ve drama üretmek isteyen bir prodüktör olsam… ilk yapacağım şey, düzenli bir senaryo atölyesi kurmak olurdu. Hatta ilk öğrencisi de –prodüktör olarak- ben olurdum. Çünkü televizyonda her şey, iyi bir fikirle, sağlam bir senaryoyla başlıyor. Kalıplaşmış yapıların dışına çıkmak istiyorsanız, yeni fikirlere, yeni beyinlere ihtiyacınız var demektir. Ben, bu yüzden beni arayan, yol yordam soran herkese hiç değilse bir kahvelik zaman ayırıp ne biliyorsam onu anlatıyorum; tanıdığım yazı gruplarına haber gönderiyorum. Yanlış anlaşılmasın, vakit ayırabildiğim herkese bir iş bulabildiğimi iddia etmiyorum ama sektörün içinden biriyle konuşabilmek bile, o gençler için bir şans oluyor bazen.

Engin Günaydın ile yaptığım röportajda ‘her rolün bir müziği vardır’ gibi bir laf etmişti. Sizin de müzikle senaryoyu veya karakterleri bağdaştırdığınız oluyor mu?

Tabii. Bunu yapmak zorundayız zaten. Dramalarda, görünmeyen bir aktör daha vardır; müzik. Doğru müzik, doğru tema, dramatik yapılı işlerin vazgeçilmez unsurlarından biri. Mesela bir sinema eserine bakacak olursak, fikri eser sahibi olarak üç kişinin adı geçer; yönetmen, senarist ve besteci.

Klasik kül kedisi tiplemesini İstanbul Masalında, Zerda ve hatta Hırsız Polis’de epey bir değiştirdiniz. Bilinçli mi bunlar yoksa tesadüf mü?

Böyle peş peşe yazınca tesadüfe benzemiyor pek galiba… Şaka bir yana, kadınlar daha dramatik varlıklar. Bin yılların getirdiği şifreler var, hafiflese, yeni kılıklara girse de üzerlerinde yine baskı var, aşmaları gereken engeller daha çok… Sonuç olarak hangi toplumsal sınıftan olurlarsa olsunlar, kadınlar çatışmaları daha derin karakterler yaratmamıza imkan tanıyorlar. Kadının iç dünyası, bir yazar için fırsatlarla dolu. Tabii bunları söylerken erkek karakterlerimizin hakkını yemek istemiyorum. En son projemizden örnek verecek olursak, Aksak ve Çınar da en az Mavi kadar damgalarını vurmuştur Hırsız-Polis’e.

İnternette şu sıralar çok popüler olan sanal dünyalara rastladım ve ilk bakışta bana dizileri anımsattı.

Açık konuşmak gerekirse, internetle ilişkim çok kısıtlı. Mail alıp göndermek ve bir şey araştırmak dışında pek kullanmıyorum. Ama o sanal dünyaları duydum. Özellikle gençlerin ilgisini çektiğini sanıyorum. Dizilere benzemelerine gelince… mümkündür. TV dizisi, sinema ya tiyatro… bunların hepsi gerçek hayatı aynalayan, dramatik yapılar oluşturuyor. Sözünü ettiğiniz sanal dünyada da birtakım rol dağılımları vardır mutlaka. Üstelik internette yaratılmış bir sanal dünya, gerçek dünyadan çok daha fazla kahramanlık veya baş rol fırsatı sunuyor olabilir.

Televizyon ve internet çağa damgasını vurdu. Özellikle televizyonun dünyadaki bütün politikalardaki önemli rolü göze çarpıyor. Durum böyle olunca dizilerin de hatırı sayılır bir önemi var elbette. ‘Seyirci salak değil onları dizilerle yönlendiremezsiniz’ dense de ben hikayelerin ve karakterlerin seyirciyi yani halkı etkilediği kanaatindeyim.

Umarım etkiliyordur. Bir saat, bir buçuk saat boyunca ekranın –ya da sinema perdesinin, ya da tiyatro sahnesinin- karşısına oturup hiçbir şey hissetmediyse seyirci, izlediği şeyde bir hata olduğunu düşünürüm ben. İnsanlar izledikleri şeylerden tabii ki etkileniyorlar ama yönlendiriliyorlar mı… bundan emin değilim. Televizyon, o muhteşem popülaritesine rağmen, güvenilirliğini hızla yitiren bir kutu. Yalnızca dramalar için değil; haberlerin, yarışma formunda sunulan ve kurgulanmış bir hayatı röntgenleyen programların illa da gerçeği yansıttığını düşünmüyor artık izleyici. O da profesyonelleşiyor ve bir mesafeyle izliyor her şeyi. Bu bir dezavantaj da olabilir bizler için, avantaj da. Samimi bir şey anlatırsanız, yapaylığı tercih etmiş rakipler arasından sıyrılıp, seyircinin kalbine ulaşmanız pekala da mümkün olabilir.

Edebiyat ve sinema iki ayrı dildir tezine katılıyor musunuz?

Kesinlikle. Okur, kendi hayal gücüyle bir kez daha ‘yazar’ okuduğu edebiyat eserini. Sesler, yüzler, mekanlar… her okurun beyninde yazardan bağımsız belirlenir nerdeyse. Çok kişisel bir yorum belki ama okur, izleyiciden daha özgürdür bence. Sinema, izleyicinin rolünü daha net tarif eder. Hikayeyi takip etmesini şart kılar. Senarist ve yönetmen, işin ta başından beri, seyircinin filmi izlerken geçeceği duygu durumlarını bir bir tarif ederek kurgularlar eserlerini. Oysa edebiyatçı, -tıpkı okur gibi- daha serbesttir. Hikayenin temposunu istediği gibi kurgulayarak, yalnızca dil işçiliğiyle bile büyüleyebilir bizi.

Hangi ortamlarda ya da ruh hali içinde yazıyorsunuz?

Çoğunlukla evde yazıyorum ama nadiren de olsa dışarı çıkıp yazmayı tercih ettiğim de oluyor. Yazmayı seviyorum, bu yüzden masama oturduğumda genellikle ruh halim iyi.

Yazdığınız dizilerin finalinde ne hissediyorsunuz? Öyle ya iki yıl az buz bir zaman değil. Bir de bakmışsınız pat diye bitmiş.

Tadında biten projelerde, vedalaşmak zor oluyor. Noktayı koyduğunuzda, o çok sevdiğiniz karakterlerle bir daha haşır neşir olmayacağınızı biliyorsunuz. Tabii, projeniz sevilir, karakterleriniz sahiplenilirse en azından insanların hafızalarında yaşadığını varsayabilirsiniz. Bir de tabii, her sene bir proje üretiyorsanız, bir bakıyorsunuz kaleminizin ucundan gönlünüzü çelen yeni bir karakter çıkmış.

Bize son projenizden bahseder misiniz?

Adı Bıçak Sırtı. Brecht’in Kafkas Tebeşir Dairesi’nde anne üzerinden sorulan soruyu babalar üzerinden soran bir hikayesi var: Bir çocuğun babası, onun dünyaya gelmesine neden olan biyolojik baba mıdır, yoksa onu yetiştirip büyüten mi?.. Taraflardan biri orta ya da alt sınıftan gelen bir marangoz, diğeri ise Osmanlı soyundan gelen bir aileye mensup. Hikayemiz başlamadan on sene önce, kader bir tokat atmış ve tokat aynı anda iki aileye çarpmış diyebiliriz. Tabii bu ana çizginin yanı sıra, iki farklı sosyoekonomik kökenden gelen karakterlerin ilişkisi, yürek burkan aşklar ve bıçak sırtı kararlar da var içinde.


Şu son aylarda yaptığınız hapishane projeniz de çok ilginç olmalı. Hep bir seri katille röportaj yapmayı çok istemişimdir. Sizin onlarla ilgili deneyimleriniz nasıl?

‘Hayal Kurmak Serbest’ adı verdiğimiz proje, Sen-Der (senaristler derneği) ve Adalet Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü bir çalışma. Pilot dediğimiz ilk aşama, Bayrampaşa ve Paşakapısı Tutukevlerinde yapıldı. Öğrencilerimiz, bazıları gruplar halinde bazıları tek tek film öyküleri ürettiler ve çok güzel öyküler çıktı. Hatta Bayrampaşa’da hocalık yapan Birol Güven, tutuklularla birlikte oluşturduğu öyküyü geliştirdi ve bu yaz, filmini çekti.

Öğrencilerimizin tutuklulardan oluşmasına gelince… biz prensip olarak onların özel hayatına hiç girmedik; hatta kimin neden içeride olduğunu da bilmiyorduk. Kendi hikayelerini anlatmayı tercih edenlerin ve bunu belirtenlerin dışında, hala da öğrencilerimizin hangi suçla yargılandığını bilmiyoruz.

Adalet Bakanlığı’nı böyle bir izni ve imkanı tanımış olmasından dolayı kendi adıma kutluyorum. Eminim tutuklular için de büyük bir şans ve heyecanlı bir etkinlik oluyordur.

Çok heyecanlı ve istekli bir öğrenci grubumuz vardı. Koşulları kısıtlı olmasına, istedikleri gibi araştırmalar filan yapamamalarına rağmen, çok iyi öyküler çıkardılar. Ve daha önemlisi dramatik yapıyı kavradılar. Derslerimizin sonlarına doğru bize katılan bir öğrencimizin kurduğu film öyküsünü diğerleri dinlediğinde hemen yanlış veya eksik yerleri gördüler mesela.

Sık sık senarist kursu açılıyor. Yararlı olduğunu düşünüyor musunuz? Size göre senaryo yazmanın ne kadarı yetenek ne kadarı eğitim?

Senaryo, çok teknik bir iş. Dramatik yapı ya da karakter gelişimi konusunda hiçbir şey bilmeyen birinin sağlıklı bir senaryo yazabileceğine pek ihtimal vermiyorum. Belki bunun istisnası olan doğal yetenekler vardır, onu bilemem. Ama özellikle TV draması gibi uzun soluklu bir öykü anlatırken ayağınızı yere sağlam basmanız ve hangi taşa ne zaman bastığınızı da bilmeniz lazım. Bu yüzden, senaryo eğitimi gerekli. Kurslar tabii ki yararlı, ama seçerken dikkatli olmalı. Kişi, senaryo yazımı konusunda gerçekten hiçbir şey bilmiyorsa ve kursa yalnızca bir heves için ya da cv’sinde enteresan bir nokta yaratmak için yazılmıyorsa… mutlaka kurs programı içinde kapsamlı bir dramatik yapı eğitimi olup olmadığına bakmalı. Dramatik yapının kuralları da tiyatroda, sinemada ya TV dizisinde değişmiyor. Merak edenler, kursa gitmeden önce bazı kitapları okuyarak hazırlık bile yapabilirler.

Kültür Bakanlığı son yıllarda sinemayı desteklemeye başladı. Örneğin senaristlere de yazım konusunda destek veriyor.Ne düşünüyorsunuz?

Senaryo yazım desteğinin şart olduğunu ancak Kültür Bakanlığı’nın verdiği desteğin nerdeyse yok sayılacak kadar az olduğunu düşünüyorum. Hem az sayıda destek veriliyor, hem de verilen destek miktarı az. Senaryo, sinemada da, televizyonda da işi başlatan unsur. Senarist, senaryosunu yaratırken yalnızdır ve eserini ortaya çıkarmadan önce bir prodüktör de bulamaz. Bu da, projenin büyüklüğüne göre, en az birkaç ayı, bazen bir yılı maddi destek olmadan geçirmesi anlamına geliyor; ki çok zor.

Yapımcılar zaman zaman ‘senarist yok’ diyor. Senaristlerin bir kısmı da ‘iş yok’ diyor. Ne dersiniz?

Her ikisi de söylenebilir sanırım. Deneyimli senarist ve yazı grubu sayısı çok değil. Uzun soluklu bir işe girmek isteyen prodüktör, portföyü sağlam bir yazı grubu veya senaristle çalışmak istediğinde bulamayabiliyor. Tam tersi de oluyor tabii. Sektöre yeni adım atacak ve kesinlikle iyi işler yapabilecek kalitede genç senaristler de deneyimleri olmadığı için iş bulmakta zorlanıyorlar. Prodüktör olsam, hemen bir senaryo atölyesi açardım dememin sebebi de bu zaten.

Sen-der’in çalışmaları hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz?

Sender, Senaryo Yazarları Derneği 4 yıl önce kuruldu. Şu anda 130’u aşkın üyesi var. Sender aynı zamanda, 29 ülkede, 19.000’den fazla üyesi olan Avrupa’da Avrupa Senaristler Federasyonu (FSE)’ nun da üyesi. Az önce bahsettiğim Hayal Kurmak Serbest projesi dışında, Sender’in düzenli verdiği senaryo atölyeleri var. Çok değerli hocaların katılımıyla yapılan, yaklaşık üç aya yayılan atölyeler bunlar. Bu yıl da yapılacak ve yine sektörün ustaları verecek dersleri.


Hemen hemen bütün senaristlere sorduğum bir soru var. Size de sorayım. Dizi ve sinema projesi. Sizin için hangisi?

Bir senarist olarak, tercihim yok. Televizyonu da en az sinema kadar ciddiye alıyorum. Hala televizyonlarda keşke bu işin içinde ben de olsaydım, ben de böyle şeyler yazsaydım dedirtecek şeyler izliyorum. Televizyonun gücü, etkisi tartışılmaz. İzleyici olarak sorarsanız, sinemanın bende farklı bir yeri var. Sinema, törensel bir şey. Onlarca, yüzlerce kişi bir salona doluşup karanlıkta gerçekliği sorgulanabilir bir şey izliyorsunuz. Sinemanın, televizyondan daha büyülü bir alan olduğu kesin. Ama benim için, hikaye anlatmanın büyüsü mecraya göre değişmiyor açıkçası.

Senaryolar niye birbirlerinin kopyası oluyor diye sormayacağım artık. Da gelecek dönemin konsepti ne olabilir sizce?

Az önce verdiğim cevapla biraz çakışacak ama olsun… Türkiye’de iyi projeyi tanıyabilen prodüktör ve kanalının yayın politikasını diğerlerinden farklılaştırmaya çalışan kanal yöneticisi çok az. O zaman, bir önceki dönemde belli bir reyting başarısına ulaşmış projelerin taklitlerini üretmek gibi bir yol benimseniyor. Prodüktörün masasına kadar ulaşmış ve belli bir gücü olan bir hikaye yerine, banko görülen bir taklit proje tercih ediliyor. Böyle bakarsak, gelecek dönemin konsepti, ya şu anda başarılı olan projelerin taklididir, ya da bu kalabalığın arasından sıyrılmak isteyen bir prodüktörün seçeceği taze ve alışılmadık bir hikaye. Dileyelim, ikincisi olsun.

Reyting sizin için de korkulu bir rüya mı? Bir aralar reyting ölçümleri doğru yapılmıyor filan da dendi. Ne dersiniz?

Reyting, korkulu rüya değilse de, başınızın üstünde sallanan bir kılıç. Ama bu televizyonun doğasında var. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, kablolu yayın yapan özel kanallar dışında, her şey reytinge göre ayarlanıyor. Bizdeki sorun, Türkiye genelinde yeterince reyting cihazı olmaması. Varolan cihazların teknik yeterliliği konusu da geçtiğimiz yıllarda birkaç kere gündeme gelmişti. Tabii cihazların hangi sosyoekonomik gruplara, ne oranda dağıtıldığı da bizi çok ilgilendiriyor.

Senaryo yazmak malum işin mutfağı. Ben size desem ki yemekleri ayırır gibi “bu zeytinyağlı, bu aperatif, bu da ana yemektir” senaryoları ayırabilir misiniz? Mesela komedi, dram, aksiyon ve hatta dizi ve sinema senaryosunu ayırın desem nasıl bir kıyaslama yaparsınız?

Böyle bir ayrım yapamam açıkçası. Beylik laflara ara sıra güvenmek lazım; bence ‘hepsinin yeri ayrı’. Komedi raflarında ulaşacağınız bir Şarlo filmi, birçok dramdan daha dramatiktir. Blade Runner (Bıçak Sırtı) için bir izleyici, aksiyon filmi deyip geçer, diğeri geleceğin draması olarak adlandırabilir. Hep sinemadan örnekler verdim, TV yapımlarını ‘aperatif’ olarak gördüğüm sanılmasın. Bizim televizyonlarımızda da gösterilen ‘Six Feet Under’ adlı dizi, son yıllarda gördüğümüz birçok Hollywood yapımı filmi, gülünç duruma düşürecek derinlikte.

Oyuncusu belli bir hikaye yazdınız mı? Hani şu mesela ünlü şarkıcılara yapılan projeler gibi.

Hayır. Böyle bir proje yazmadım.

Diziler zaman zaman birbirini kopyalasa da kendi içinde gelişerek de devam ediyor. On yıl önce bu kadar dizi yoktu. Rekabet kaçınılmaz olarak kaliteyi artırmaya da zorluyor diye düşünüyorum ne dersiniz?

Rekabet belki artıyor ama kalitenin arttığından pek emin değilim. Az önce de bu konu geçmişti; kanallar proje seçerken daha özenli davransa hem kalitede belirli bir sıçrama yaşanır; hem de 3-5 bölümden sonra, bir final bile yapamadan ortadan kaybolan işlerin sayısı azalır.

Bize zaman ayırdığınız için teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Senaryo Yazarı Söyleşileri :Atay Sözer





Toplum Olarak İroni Özürlüyüz



Röportaj:Dürsaliye ŞAHAN


Birgün Gazetesi 11 Mayıs 2007
Avrupa Gazetesi 17/23 Mayıs 2007

Yıllar önce annemin izlediği tek bir dizi vardı: ‘Kuruntu Ailesi’. Aklımda kaldığı kadarıyla, keyfe keder dertlerin, neşeli, mutlu sonlara ulaştığı yüzde yüz yerli bir mekan komedisiydi. Annemin bir daha dizi takip ettiğini görmedim ama o sahnelerden bazıları aklımın bir köşesinde kalmış olmalı ki, senaristi ile tanışınca söyleşi şart oldu.Atay Sözer’e sadece senarist demek yanlış olur. O aynı zamanda, ödülleri olan bir öykücü, karikatürist ve Sen-Der’in kurucularından.Nedendir bilinmez, bazıları tek bir iş ile defalarca gündeme gelirken, onlarca iş yapmış nice insanda köşesinde görmezden gelinir. Bu da biz gazetecilerin eksikliği olsa gerek.

İsterseniz yalın bir soru ile başlayalım. Senaryo nedir?

Avrupa Senaryo Yazarları Federasyonu’nun bir meslek anayasası vardır; bunun ilk maddesi “Önce senaryo vardır” şeklindedir. İlginçtir, bugünlerde siyasi gelişmeleri de senaryo şeklinde değerlendiriyorlar. Cumhurbaşkanını halk mı seçsin, erken seçim mi olsun vs. Demek ki senaryo hayatımızın her alanında var. Yalın soruya yalın bir yanıt verecek olursak, senaryo işin planıdır; başlangıcı, gelişmesi, sonucu orada belirlenir. Bu planın aynen gerçekleşip gerçekleşmemesi ise, senaryo yazarının ve uygulayıcıların yeteneğiyle ilgilidir.


Siz neden senarist oldunuz? Daha doğrusu niye sinemaya, televizyona bulaştınız?Senarist olmasaydınız, yani sektörün dışında demek istiyorum ne iş yapmak isterdiniz?

Sinemaya bulaşmamın pek tesadüf olduğu söylenemez, ilk çocukluk döneminde tek eğlencemiz sinemaydı izlediğimiz filmleri arkadaşlar arasında oynardık. Ben onlara ilave hikayeler eklerdim, onları da oynardık, tabii ona senaryo dendiğini bilmiyordum o zaman. Lise dönemi biterken bir üniversite seçme zorunluluğum doğdu herkes gibi. Ama bir türlü sevebileceğim bir fakülte bulamıyordum. Yazmayı seviyordum, gazetecilik ilgimi çekiyordu. Yeni yeni karikatüre de başlamışım o vakit. Gazetecilik fakülteleri ile Güzel Sanatlar Akademisi arasında düşünmeye başlardım ama Akademi seçme sınavıyla değil özel sınavla alıyordu. Sonra Akademinin yeni kurulan bir Sinema-Tv Enstitüsü olduğunu fark ettim. Tamam buraya gireceğim dedim. Enstitünün üç aşamalı sınavına girdim o yıl bin kişinin üzerinde başvuru oldu topu topu on kişi alınacaktı. Neticede kazandım, bilinçli olarak seçtiğim bir işi yapıyorum. Bu sektörde olmasaydım gene bu sektörle bağlantılı işlere girebilirdim herhalde, basın gibi, reklâmcılık gibi.


Siz de senaryonun bir matematik olduğuna inanıyor musunuz? Yani yeteneğin fazla önemli olmadığını düşünenlerden misiniz?.


Her senaryonun kesinlikle bir matematiği olmalıdır, diğer anlatı sanatlarının da bir matematiği vardır; romanda, müzikte, resimde de matematik vardır. Ancak matematik de kesinlikle yetenek isteyen bir iştir. Dolayısıyla bu ikisini ayıramayız.


Bazı senaristlerde; ‘aslında edebiyatçılar senaryoyu bizim kadar iyi yazamaz’ havası seziyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bu konuda genelleme yapmak olmaz tabii, ancak şöyle de bir gerçek var; edebiyat bir dildir, sinema da başka bir dildir. Her dilin kendi kuralları vardır. İngilizce kurallarını birebir Türkçe kurallarına uygulayamayız yoksa ortaya ‘tarzanca’ dediğimiz bir konuşma şekli çıkar.Ama bir kişi her iki dili de kendi kurallarını uygulayarak ana dili gibi kusursuz konuşabilir.Bazı edebiyatçıların senaryolarında edebiyatçı oldukları açıkça belli olmaktadır, aynı şekilde bir doktor veya avukat senaryo yazdığında mesleğiyle ilgili detaylara yaklaşımından dolayı (ki bunu farkında olmadan bilinçaltı dürtülerle yaparlar), “Bunu yazan doktor veya avukat” izlenimi doğabilir bunun adı da mesleki çarpıklıktır. Aynı şekilde bir senaryo yazarı roman yazdığı zaman benzer zafiyeti gösterebilir, örneğin fazla sinemasal bir üslup kullanır, okuyanda “Bunu yazan galiba senaryo yazarı” izlenimi uyandırabilir. Neticede senaryo yazarlığı da edebiyatçılık da uzmanlık isteyen işlerdir. Dâhiliye uzmanı ile Nörolog gibi; ama ikisi de netice doktordur; gereğinde aynı hastayı muayene edebilirler.

İyi bir senaristin hamurunda neler olmalı?

Lütfi Akad ustamın kulağıma küpe olmuş bir öğüdü vardır; “Bir sinemacının her konu hakkında uzman kadar değil ama o konunun uzmanına soru soracak kadar bilgi sahibi olması gerekir.”Bu iyi bir araştırmacı, iyi bir okuyucu olmayı gerektirir; istediğiniz bilgiye ulaşmak için uzmana doğru soruyu sormanız gerek. Yarattığınız karakterler bazen bir doktor, bir hukukçu veya bir oto tamircisi olabilir, hepsinin meslekleriyle ilgili detayları bilmeniz mümkün değildir elbette bu detaylara uzmanlardan ulaşırsınız ancak.Bir senaryo yazarında olması gereken önemli bir özellik de empati yeteneğidir. Karakteri yaratırken onun yerine geçip, onun gibi düşünebiliyorsanız gerçekçiliği büyük ölçüde yakaladınız demektir.Bir diğer gereklilik de, bir bakış açınızın ve söyleyeceğiniz bir cümlenizin olmasıdır.

İyi kurulmuş bir dizi örneği verebilir misiniz?

Rahmetli Sulhi Dölek’in kurduğu ‘Yabancı Damat’ı bir örnek olması açısından verebilirim. Dramatik yapıyı çok iyi kurduğu için iyi iş yaptı. Her şeyden önce ırkçı değil. Böylece Yunan da beğendi Türkler de beğendi.

Senaristler yönetmenlerden, yönetmenler de kendisinden başka herkeslerden biraz şikâyetçi gibi?

Bu bir ekip işi ise, uyumsuzluğun altında yatan nedir?Bu tamamen bizim insanımıza özgü bir davranış biçimi aslında. Başarısızlığın suçunu hep başkalarına atmayı seviyoruz ama başarıyı da nedense tek başımıza sahiplenmek istiyoruz. Aslında üretim sırasında taraflar adasındaki diyalog sağlam ve sürekli olursa bu uyumsuzluk da ortadan kalkar.


Sen-der kurucusu olarak amacınıza ulaştığınızı düşünüyor musunuz?

Ağır ama emin adımlarla ilerliyoruz, başlangıçta 8 kişiydik şimdi 120’yi geçtik sanırım. Hâlâ ideale ulaşamasak bile umudumu yitirmiş değilim. Olumlu gelişmeler sürekli oluyor. Uzun zamandır özlemini çektiğimiz meslek birliğimiz SİNEBİR nihayet kuruldu örneğin. Ama şimdi bunu sağlıklı çalıştırmak gerek, doğal olarak yeni sorunlar da ortaya çıkıyor… Aşılacaktır herhalde.

SİNEBİR nasıl bir kuruluş?

Sinebir, bir meslek örgütü, yarı resmi bir yapısı var; ana görevi, sinemada eser sahibi olan yönetmen, senaryo yazarı ve müzikçinin telif haklarını korumak.

Derneklerde çekişme bitmez. Sen-der’deki dedikoduları alalım.

Dediğiniz gibi bu tür örgütlerde çekişme hep olur, dedikodu da ulusal “hasletlerimizden” biridir malumunuz. Ama başka örgütlerle kıyaslandığında çekişme bakımından Sen-Der çok masum kalır. Asıl önemli olan eser sahiplerinin hakları konusunda bir şeyler yapılması. Bunun için de önce “eser sahibinin” haklarının farkında olması hatta “eser sahibi” olduğunun farkında olması gerek.

Bazı senaristler bunun farkında bile değilmiş gibi konuştunuz.

Elbette, bunlar aslında yeni kavramlar; eski yasaya göre bir sinema eserinin sahibi yapımcıydı ama yeni yasa, eser sahibi olarak o eseri yaratanları yani yönetmen, senaryo yazarı ve müzikçiyi tanımlıyor. Bu kişilerin sahip olduğu haklar da var, bu haklardan bazıları vazgeçemeyeceğiniz temel haklarımız. Bazı arkadaşlarımızın ellerindeki bu gücün farkında olmadıklarını gözlemliyorum. Belki eski alışkanlıklardan belki yapımcıyla ters düşme endişesinden bu güçlerini kullanmaktan kaçınıyorlar. Aslında meslek birliklerinin bir görevi de bu endişeleri ortadan kaldırmak, gerekirse bu hakları üyesi adına kullanmaktır.

Her tarafta pıtrak gibi senarist kursları açılıyor, yapımcılar hâlâ iyi senarist yok diyor. Bu durumda bunca insanın zaman ve para harcamasına rağmen bir şey olamıyorlar mı?

Bu tamamen yapımcıların halt etmesidir, başarısız bir işte en ideal günah keçisi senaryo yazarı olmaktadır. “İyi senaryo yazarı yok” sözünü kabul edemem ama “İyi yapımcı yok” lafını rahatlıkla söyleyebilirim. Şu nedenlerden dolayı:Klasik Yeşilçam’dan günümüz Tv dizilerine gelen çizgide Senaryo Yazarlarının en çok karşılaştıkları eleştiri “Hep aynı senaryoları yapıyorlar, hiç yaratıcılıkları yok” şeklinde olmaktadır.Bir kere yanlış şurada; benzer olan şeyler senaryolar değil, temalar ve öykülerdir. Senaryo dediğimiz şey o öykünün anlatılış şeklidir.Gelelim öykülerin benzerliği konusuna, bu doğrudur ama suçlusu senaryo yazarı değildir ki… Nice özgün öykü yapımcıların önüne gelmiş ama yapımcı ya anlayamadığından ya da cesareti olmadığından bu projelere para yatırmamıştır. Onun yerine dünyada denenmiş, gişe başarısı sağlamış öyküleri yeğlerler, senaryo yazarlarından böyle işler isterler. Beylik, klişeleşmiş bir sloganları vardır “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok” diye. Ne aşağılık, ne teslimiyetçi bir ifade. Amerika keşfedildi başımıza yeterince bela oldu zaten, elbette bir daha keşfetmeyelim. İyi güzel de bu kafayla yeni kıtaları nasıl keşfedeceğiz? Herhangi bir yerde keşfedilmeyi bekleyen yerler olmadığını nerden biliyorsunuz? Güzel, farklı, yeni senaryoların ortaya çıkmamasının en büyük nedeni, cesaretsiz yapımcılardır. Senaryo kurslarına gelince, hiç kimse insanın kafasının içini açıp bilgi koyamaz. Kursların veya bu konudaki diğer eğitim kurumlarının görevi sadece kılavuzluk etmektir, gerisi kişinin kendi becerisine kalmıştır.

Söz yapımcılardan açılmışken, bazılarının korumaları ile gezdiğini duyuyoruz. Bu doğru mu? Ya da böyle bir şeye ne gerek var ki?

Sanırım çektikleri bazı mafyoz dizilerin fazla etkisinde kalmışlar ! Belki de senaryo yazarlarına, yönetmenlere fazla haksızlık yaptıklarını düşünüp “başımıza bir şey gelir mi acaba?” diyerek koruma tutuyorlardır! Yapımcıları anlamak zordur !

Siz mizah yazarı ve karikatüristsiniz. Şu andaki komedi dizilerinden en çok hangisini beğeniyorsunuz?

Avrupa Yakası’nın ilk iki sezonu… Yabancı dizilerden Monk iyi… Mekan komedileri hep aynı çizgide , sıkıyor artık eski tadı yok…

Şu anda içinde olduğunuz bir proje var mı?

Evet var, bir senaryo grubuyla aksiyon-komedi dizisi üzerine çalışıyoruz, büyük bir olasılıkla yakında çekimler başlayacak, ancak henüz motor denmediğinden fazla detay vermek istemiyorum. Çünkü bu piyasada her şey o kadar çabuk değişiyor ki, yalancı çıkmak istemem.

Grubunuzda kimler var?

Hakan Haksun, Müjdan Kayserli

Hazır yeri gelmişken yazı gruplarında çalışmak bir senarist için daha mı elverişli bir ortam?

Duruma bağlı. Grup elemanları birbirleri ile anlaşamazlarsa iyi iş çıkaramazlar. Mutlaka frekanslarının uyması gerekir.

Avrupa yakasındaki bazı replikler neredeyse Türk Dil Kurumu’na girmek üzere. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

Sadece Avrupa Yakası’nda değil birçok dizide aynı sorun var. Söz konusu dizi Türkçe’yi bozmakla suçlandı. Nişantaşı’nın sosyetik, sonradan görme, kültürsüz, sorumsuz karakterinin kullandığı “oha falan oldum” türünden cümleleri buna örnek gösterildi. Oysa burada yapılmak istenilen tam tersi Türkçe’yi savunmaktır. Burada ironi vardır, yani bu tür tümceleri kullananlar karikatürize edilmekte, alaya alınmaktadır, “Bu tür konuşmaları kıt zekalı insanlar yapar, dikkatli olun” mesajı verilmektedir. Ancak toplum olarak biraz ironi özürlüyüz, bu anlaşılmadı. Herkes bu tür karakterleri benimsedi. Hatta bazı köşe yazarları bile Avrupa Yakası’na gönderme yaparak “Oha falan oldum” diye yazdılar. Aynı dizede Peker’in oynadığı psikopat karakter de bir anda sevildi, herkes onun gibi davranmaya başladı, oysa o da eleştiri amaçlı konmuş bir tipti. Zavallı senaryo yazarı da toplumsal bir faciaya neden olmamak için karakteri biraz yumuşatmak zorunda kaldı. Bence asıl vahim olan bu durumdur. Argo, bir dilin tuzu biberidir, yerinde kullanıldığı zaman bir tat elde edersiniz, senaryolarda da karakter belirlemeleri yaparken bazen argo kullanılmak zorunda kalınır, bu doğaldır önemli olan kullanılan argonun Türkçe dil mantığına uymasıdır.Tabii Türkçe’yi bilinçsizce kullanan senaryolar da yok değil. Çok yanlış ifadelere sıkça rastlıyorum.

Binbir Gece olayına ne diyorsunuz? Bir ofis tacizinden romantik bir hikâye yaratıldı. Başarılı buluyor musunuz? Bu mudur yani?

Amaç reyting ise Makyavel Amca’nın yaklaşımıyla “evet budur” diyebiliriz. Tabii bir de kişisel görüşüm var ama etik olarak aynı kulvarda olduğum meslektaşlarımın işleri hakkında görüş bildirmeyi doğru bulmam. Ancak bu ilginç bir dizi, burada izleyici açısından bir değerlendirme yapayım.İzleyicinin bilinçaltı duygularını, libidosunu gıdıklayan bir taciz olayı var, öyle ki sırf bu unsurdan aldığı gazla hâlâ reytinglerde ilk sırada. Şimdi başka bir örnek vereceğim bu dizinin öyküsü Türkan Şoray’ın yönetmenliğinde çekilen “Azap” filimden yola çıkılarak yazılmıştır. Yapımcılarından biri de yanılmıyorsam gene Binbir Gece’nin yapımcısıydı. Film şöyle gelişiyordu; kadının çocuğu hasta, ameliyat için para gerek, kadın zengin adamdan para ister ve malum teklifi alır; tabii o zamanki meşhur Şoray kanunları gereği kadın bunu şiddetle reddeder sonuçta çocuk ölür… Bu film Türk sinema tarihinin en çok zarar eden filmleri arasındadır, bir haftada apar topar kaldırılmıştır. Dizide ise kadın adamın teklifini kabul edip, yatar reytingler de havaya fırlar. Bu konunun etik ve sinemasal yanı tartışılabilir tabii ki ama izleyicide bir tuhaflık olduğu da kesin. Freud bu durumu izah etmiştir herhalde.

Ben gazeteci olarak komedi yazarlarından veya oyuncularından birinin Meclise girdiğini ve ben de gidip onunla röportaj yaptığımı hayal ediyorum. Soru sorduğunuzda kendini tutamayıp memleket gerçeklerini bir bir sıralayacak. Ülke gözlerinden yaş gelinceye kadar gülecek. Mesela siz meclise girseydiniz nasıl bir parlamenter olurdunuz?

Çok kötü bir parlamenter olacağıma eminim… Bir mizahçının en iyi malzemesi parlamenterlerdir, çünkü mizahın temelinde muhalefet vardır; herkesi kucaklayan bir mizah olmaz illa ki birilerini dışarıda bırakacak, birilerini kızdıracaksınız. Nabza göre şerbet vererek mizah değil ancak komiklik yaparsınız. Bakın bu konuda parlamenterlerle boy ölçüşemem doğrusu.

Televizyon yazarlarının çoğu sinema yazarı olmayı düşlüyor. Sizin hayaliniz ne?

Ben sinema okudum, ustalarım Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu gibi sinemacılardı. Aslında yapılan iş bakımından pek bir farkı yok, sadece yayın mecraları farklı. Elbette idealim sinema, çünkü sinema geleceğe kalacak bir iş, tıpkı roman gibi; Tv dizileri ise günlük gazete yazılarına benzer, o gün okunup tüketilir. Sinema projelerim var, senaryosunu yazdığım yönetmenliğini yapacağım bir çalışma içindeyim.

Biraz bahseder misiniz?

'Bir Kablumbağa’nın Hayatı’ projesiyle 2005’de Kültür Bakanlığından senaryo yazım desteği, 2006 yılında da ilk yönetmenlik desteği aldım. Öyküsü ve senaryosu bana ait. Yönetmenliği de bana ait olacak haliyle. Dram olacak. Bir köşkün bahçesinde yaşayan bir kablumbağanın gözünden Türkiye’nin son yüzyılını anlatıyor. Neden kablumbağa?Kaplumbağalar uzun yaşadığı için onu metafor olarak kullandım.

Senaryosunu çok başarılı bulduğunuz birkaç filmin adını verebilir misiniz?

Olağan Şüpheliler, Fargo, Barton Fink ve David Mamet senaryoları

Hep televizyona yazmışsınız neden?

Aslında Demirel gibi bir yanıt verebilirim “Sinema yap dediniz de yapmam mı dedim?”Şartlar öyle gerektirdi; sinemanın altın çağı dönemlerinde çocuktum sadece izleyici olarak ilgilendim sinemayla. Sinemacı olarak ortaya çıktığımda ise bir 12 Eylül yılgınlığı hâkimdi etrafa kimsenin film falan düşünecek hali yoktu, özel televizyonlar da ortaya çıkınca izleyiciler bir heves bu yeni oyuncakla oyalandılar. Yeni yeni nefes almaya başladı sinemamız, bundan sonra sinemaya ağırlıklı çalışmak arzusundayım. Tabii olanak bulursam.

Bunca iş yapmışsınız, onlarca dizi yazmışsınız, ödüller almışsınız sizinle ilgili bir röportaj bulamadım internette. Örneğin sizden daha az dizi yazan kadın senaristlerle (bazılarıyla) tekrar tekrar röportaj yapılmış. Kadın oldukları için mi yoksa başka bir nedeni var mı?

Aslında ben de çok merak ediyorum bu sorunun yanıtını, bu söyleşileri yapan arkadaşlara sormak isterdim.Medya organları işin görsel yanıyla daha ilgili, ön planda olan oyuncuları çıkartıyor izleyenlerin karşısına veya özel yaşamlarıyla gündemde olan yazarlar, yönetmenler yeğleniyor. İşin mutfağı kimseyi pek ilgilendirmiyor. Aslında medya isterse belki ilgilenecek ama aklına gelmiyor insanların, medya da halk istemiyor diye yer vermiyor. Kısır bir döngü. Yeni çıkan bir ürünü vitrine çıkartmayıp tezgâh altında saklarsanız kimsenin aklına sormak gelmez… Kadın senaryo yazarlarıyla söyleşilerin sık yapılmasının nedeni dediğiniz gibi olabilir. Bir kadının ön planda olması, fotoğraflarının basılmasını estetik buluyor olabilirler, belki de bilinçaltı bir harekettir bu. Ama ürettiklerinden dolayı değil de kadın olduğundan dolayı yapılıyorsa durum vahim.Zaten “kadın senaryo yazarı” tanımı da bana tuhaf geliyor, sevmiyorum bu tabiri. Beni tanımlarken “erkek senaryo yazarı” denmiyorsa öteki de söylenmemeli. Yazarlık cinsiyete göre yapılan bir iş değil ki. Farkında olmadan ayrımcılık yapılıyor.


Televizyonun bugünkü halini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İçler acısı… Yaratıcılık yok, cesaret yok, yeni bir şeyler yapmaktan kaçınıyorlar, işi bildikleri konusunda ciddi kuşkularım var. Tamam bu iş ticarettir ama günü kurtarmaya çalışan işportacı gibi hepsi, kalitesiz malları ucuza satıp sürümden kazanma derdindeler. Büyümek, market, süper, hiper market olma gibi bir girişimleri yok zaten böyle bir dertleri de yok. Çamurlu bir yolda gidiyoruz, önce paçalarımıza çamur sıçramasın diye çok dikkat ediyoruz; pabucumuzun burnuna basarak yürüyoruz ama sıçrıyor. Bari daha yukarı çıkmasın diyoruz, gene olmuyor çamur belimize kadar geliyor, sonunda “battı balık yan gider” diye çamurun içine atlayıp baştan aşağı sıvanıyoruz ve bundan sonra hiç dikkat etmeden rahat rahat yolumuza devam ediyoruz hatta elimizi cebimize sokup ıslık bile çalıyoruz keyfimizden. Bugün olan aynı bu durumdur. Her ay birkaç tane dizi bitiyor. Daha doğrusu iflas ediyor.


Nedenlerini söyleyebilir misiniz?

Doğa kanunlarının acımasız kapitalizme uygulanmasıdır olanlar. Zayıf olanlar yok olup gider, güçlü olanlar yola devam eder.Tabii burada güçlü olmakla kaliteli olmak aynı olmuyor ne yazık ki. Sistem kaliteyi yok etti, izleyicinin yumuşak karnını bulup ona hitap eden işler bu sonucu ortaya çıkartıyor, kaliteli işe yönelmesi için ona alışması gerek, zaman içinde benimseyip farkında olmadan zevkleri değişecek ve kaliteliyi isteyecek. Ama kimsenin bunu bekleyecek hali yok, bu rekabet ortamında hiçbir işe beş bölümden fazla şans tanınmıyor.

Şu anda başarılı bulduğunuz veya severek izlediğiniz dizileri sorsak ne dersiniz?

Bir isim vermemeyim; sevdiğim bir iki dizi var elbette; çok kötü birbirinin kopyası işler de var. Ancak bir filmi izlerken iki farklı şekilde değerlendirmek gerek. Bir ne anlatıyor, iki nasıl anlatıyor? Ne anlattığı ideolojiktir, verdiği mesajla ilgilidir, nasıl anlattığı ise estetiktir, sanatsaldır. Bazen bu ikisini karıştırıyoruz; bazen mesajını benimsediğimiz kötü çekilmiş bir işi göklere çıkartıyoruz veya estetik acıdan mükemmel bir filmi sırf mesajını sevmedik diye batırabiliyoruz.

Senarist adaylarına tavsiyeleriniz?

Nasreddin Hoca, oğluyla eşeğine binmiş gidiyor; biri çıkmış karşılarına…“Yazıktır hayvana, ikiniz birden binmişsiniz üstüne” demişOğlunu indirmiş aşağıya, eşeğin yanından yürütmüş; başka biri gelmiş“Küçücük çocuğu yürütüyorsun sen eşekte sefa sürüyorsun” demişBu defa Hoca inmiş çocuk binmiş eşeğe, gene biri gelmiş“Yaşlı başlı adam yürüyor, genç adam eşekte gidiyor ne günlere kaldık” demişBu defa ikisi birden inip eşeğin yanından yürümüşler, son gelen herif bu durumu da eleştirince, Hoca, eşeği sırtladığı gibi yola koyulmuş.Şimdi bu kıssadan hisse şu olmalı, eleştirileri, tavsiyeleri dinleyin ama hemen uygulamaya kalkmayın yoksa eşekleri tepenize çıkartırsınız.Sevgili dostlar kimseye projelerinizi anlatmayın çalarlar, kimsenin projesini de dinlemeyin ola ki sizin de kafanızda benzer bir proje vardır sonra adınız hırsıza çıkar derdinizi anlatamazsınız… Mümkünse her fikrinizi küçük bir not halinde de olsa yazın.


İyi de yeni işe başlayanlar kimselere anlatmadığı projesini nasıl görücüye çıkaracak?

Şimdi gene Nasreddin Hoca gibi “Sen de haklısın” diyeceğim. Köşende çağrılmayı beklemekle de olmaz tabii, espri yaptım sadece. Yapacağınız şey projenizi sağlama alıp örneğin Sinebir gibi bir meslek birliğine tescil ettirip, yapımcı aramak. Ama yapımcıyı seçerken de dikkatli olmak gerek, projenizin çok yer dolaşıp, ayağa düşmemesi yararınızadır.

Biraz da politikadan bahsedelim. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyor özellikle TRT bu olayı bekler gibi. Ne düşünüyorsunuz?

Sadece TRT değil herkes bunu bekliyor. Sistematik bir şekilde yavaş yavaş devletin her kademesi mutasyona uğruyor. Bütün tersaneler ele geçiriyor, Ofer Sami, Galtaportu kuruyor, bütün kaleler zapt ediliyor, yakında bütün ordular da dağıtılabilir mi acaba? Sonra bir de gaflet, dalalet, hıyanet meselesi var.Tepemizdeki senarist, dünyaya bir senaryo yazmış Türkiye’ye de bir rol vermiş. BOP, ılımlı İslam, eyalet sistemi gibi gelişmelerle sürüyor bu senaryo. Esas oğlanla esas kız başkaları, filmin kötü adamları da var, figüranları da; bizim rolümüz ise aşçı, uşak gibi üçüncü derece bir karakter. Mizahçı olarak bol malzemeli günlerin geldiğini görüyorum, yakında bir mizah patlaması yaşanabilir. Bundan da endişe duyuyorum; mizah genel gidişatla ters orantılıdır, en yoğun mizah üretilen dönemler hep kötü dönemler olmuştur; rahat dönemlerde ise mizah da etkisini azaltır, salt güldürmeye yönelik neşeli eserler ortaya çıkar. Cumhurbaşkanlığı seçimi uzayacağa benziyor, büyük bir olasılıkla erken seçim var. Şimdi partilerin düşünmesi gerekiyor, Tandoğan ve Çağlayan mitingleri gerçekten olağanüstüydü. Uzun zamandan beri görmediğimiz bilinçli bir kitle kendini gösterdi. Yani iyi bir seçmen kitlesi var, seçecekleri kişileri arıyorlar. Partilerin eski çekişmeleri bırakıp bu fırsatı kullanmaları gerek. Artık birleşirler mi, ittifak mı yaparlar bilmem.


Genelde AKP’nin, özelde de şu andaki Kültür Bakanlığı’nın sanatçılara yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

AKP genele nasıl yaklaşıyorsa sanatçısına da öyle yaklaşıyor, ayrım yapmıyor yani hakkını yemeyelim! Bence sanat yapılmasını istemiyorlar, sanat mekanlarını battal duruma getirme gayretleri bu yüzden. Sinema Yasası oluşturulurken Kültür Bakanı’nın (Erkan Mumcu) sektör temsilcileriyle yaptığı toplantılara katıldım, gerçekten bir şeyler yapılma çabası vardı ortaya çok ideal olmasa da bir yasa çıktı. Ama zaman içinde uygulamada aksaklıklar gözlendi; şimdi sanki yasak savmak gibi bir şeyler yapılmakta. Küreleşme, özelleştirme politikası çerçevesinde devlet temel görevlerinden elini çekmekte bir bir; sağlıktan, eğitimden çekiliyorsa sanattan hayli hayli çekilecektir.


Karikatürlerinizden bahsedecek olursak, halen çiziyorsunuz değil mi?

Birkaç arkadaşla birlikte bir mizah grubumuz var “Homur Mizah Grubu” 5 yıldır belli aralıklarla “Homur” dergisini çıkartıyoruz. İlginç bir dergi, benzeri başka var mı bilmem. Şu bakımdan; bir kere sahibimiz yok, bir büromuz, adresimiz yok. Kefelerde lokallerde toplanıyoruz, siyasi mizah üretiyoruz. Çeşitli sivil toplum örgütleri basımı üstleniyorlar, artık onlar da alıştılar teklif onlardan geliyor. Birleşik Metal, Eğitim-Sen, Tabipler Odası gibi örgütlere çeşitli sayılar yaptık. Mizah üslubu olarak, 40’lı yıllarda Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali tarafından çıkartılan Markopaşa dergisini örnek aldık kendimize. Buraya hep çiziyorum hem de yazıyorum.

Karikatür çizmek de biraz senaryo kurmak gibi değil mi?

Kurmaca anlamında evet, sadece dili farkıdır, yöntemi farklıdır.

Bize biraz da çocukluğunuzdan bahseder misiniz?

Levent’te geçti çocukluğum, Emlak Bankası’nın emekliler için kurduğu ortahalli bir mahalleydi, tek katlı bahçe içinde küçük evler vardı. Dedem asker emeklisiydi, babam doktor, annem ev kadını, bir kardeşim var fotoğrafçı, büyükannem vardı, sürekli gelip giden akrabalar, komşular. Son derece sıcak insan ilişkileri vardı herkes birbirini tanırdı o mahallede. Şimdi apartman komşumu tanımıyorum. Levent sosyete mahallesi, küçük evler de villa oldu, bahçelerin nasıl olduğunu bilemiyorum çünkü koca duvarlar örtüyor oynarken girdiğim bahçeleri… O mahallenin güzel insanları da güzel atlara binip gittiler herhalde. Şimdi hiçbirini göremiyorum.


Şimdi nasıl yaşıyorsunuz?

Bir senarist gibi yaşıyorum. Sabah İlk işim gazete okumak; önce gazetemi okurum, sonra internetten başka gazetelere, köşe yazarlarına bakarım. Sonra çalışmaya başlarım… Hiç kötü huyunuz yok mu?Biraz içe dönük dönük bir insanım. Girişken değilim. Kendimi pazarlamasını pek bilmiyorum. Zaten bu pazarlama lafı da biraz tuhaf geliyor bana.


Hangi ortamlarda ya da ruh hali içinde daha rahat yazarsınız?

Sessiz, sakin, yoğunlaşmamı sağlayacak her ortamda çalışırım. Ya sabahın erken veya gecenin ilerleyen saatleri. Yazının türüne, benim o anki halime göre değişiyor .